31 Aralık 2009

KAOS ÇIKMAZI VE UMUT TOHUMLARI..


Ülkemdeki bu kaos ortamında bir yeni yıl kutlama yazısı nasıl yazılır?..
Geride bıraktığımız bir yılı, film şeridi gibi geriye sarıp baktığımda;
Her günü stresli, gergin, mutsuz, umutsuz geçirdiğimizi görüyorum.
Milletçe yine iyi dayanmışız bu kadar gerginliğe ve kaosa..
Peki şimdi ben gelecek yıldan nasıl umutlu olurum?..
Nasıl güzel bir yıl hayal edebilirim?..
Düşünüyorum da, bunun mantığını kuramıyorum..
Umutlarımı tümden mi yitirdim ki?..

Ama hayır..
Asla öyle bir şey yok!..
Böyle karamsarlığa, umutsuzluğa düşmeye hakkım yok..
Ben henüz hayattayım..
Benim gibi düşünen, bu kaosun kalkması için çırpınan daha nice insan da hayatta..
Evet, çeşitli baskılar var..
Bir çokları aylardır suçlarının ne olduğunu dahi bilmeden içeride tutuluyor..
Daha bir çok kişi de suçsuz yere içeri atılabilir..
Onlar da umutlarından bir şey kaybetmiş değiller..
Ben nasıl umutsuz olabilirim ki..

Ama, yine de yazmak istediklerim dökülmüyor parmaklarımdan, klavyenin tuşlarına..
Zorluyorum ama, olmuyor..
Fakat, olmalı..
Gelecek olan yeni yılda daha çok yazmalıyım..
Daha çok bilgilenip, aydınlatmalıyım ve umut ekmeliyim beyinlere..
Yeşerip, filizlensin ve serpilip büyüsün umutlarımız..

İşte bu nedenle..
Şimdilik..
Tek bir şey diliyorum yeni yılda..
Sadece ve sadece "Huzur" diliyorum 2010'da..
Tüm milleti çıldırtma noktasına vardırılan bu stresli kaostan çıkmamızı diliyorum..
Umarım 2010 yılı 2009'dan daha huzurlu bir yıl olur..
Hepinizin yeni yılını kutlar, sağlık, başarı, mutluluk ve HUZUR içinde bir yıl dilerim..

Sevgilerimle..

....

Bir de kutlamam gereken çok sevgili bir arkadaşım, dostum, canım var..
Yılbaşında doğan sevgili NoEngel arkadaşım.. :)
Ne güzel bir günde doğdun canım benim..
Nice yaşlar diliyorum canım arkadaşım..
Sağlık, mutluluk ve huzur içinde geçsin tüm yaşamın..
İyi ki doğdun, iyi ki varsın ve iyi ki seni tanımışım..
Doğum günün ve yeni yılın kutlu olsun canım içi arkadaşım..
Öpüyorum yanaklarından, sevgilerimle..

Resim : deviantART 

25 Aralık 2009

İYİ Kİ İZLETTİRMEDİN ANNECİĞİM!..


İkimiz de neden kapattın o kanalı diye kızmıştık sana..
Babamla ikimiz..
"Ayy, zaten izlediğim bir iki dizi var. Onu da çok mu görüyorsunuz bana.." diyerek..
Kapatmıştın Habertürk'de Balçiçek Pamir'in sunduğu "Karşıt Görüş" programını..
Ne iyi etmişsin bilmeyerek!..
Ben her zaman derim zaten; "Annemin hisleri çok kuvvetlidir" diye.
İyi ki o adamın o sözlerini duymamışız.. Duyup da sinir küpü olmamışız..

Gazete Vatan sitesinde Mustafa Mutlu'nun yazdığı kadarıyla bile, o adamı dinlemediğime çok seviniyorum..
Yok canım!.. Bu kadarı da olmaz ki!.. demeyin sakın..
Habertürk'te Balçiçek Pamir'in o geceki konuklarından biri "İslamcı Şair" olarak tanınan İsmet Özel, diğeri de yazar Ahmet Turan Alkan..

…..

Şimdi sizlere bu iki konukla ilgili, üç köşe yazarının yazdıklarından bölümler sunayım ve değerlendirmeyi de sizlere bırakayım..
Önce Gazete Vatan'dan Mustafa Mutlu'nun yazısından bir alıntıyı okuyun.. Sonra da, diğerlerini..
"Son örnek; “İslamcı Şair” olarak bilinen İsmet Özel...

Önceki akşam Habertürk’te bir programa katıldı ve “kışkırtıcılığın” ulaşabileceği boyutu tüm örnekleriyle sergiledi...

AKP hayranlığını açık açık dile getirdi, sunucu “Şimdi Suriye’ye Başbakan Erdoğan’ın konuşmasına bağlanıyoruz” dediğinde, “Hah... Yaşasın” diyerek sevindi...

İşte bu kişinin, milyonlarca vatandaşımızı canevinden vuran sözlerinden bazıları:"

“Alevilik ilkelliktir... Bunu herkes kolaylıkla gözlemleyebilir. Dağda kalan Alevi kalmıştır, gelip yerleşen Sünnileşmiştir.”

“Toroslar’a gidin görün. Alevilik, Müslüman baskısından kurtulmak isteyen gayri Müslimlerin sığındıkları bir şeydir.”

“Aleviler, Haçlı Seferleri başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra burayı terk etmek istemeyen Avrupalılardır.”

“Bizim demokrat olmak gibi bir derdimiz yok.”

“Türkiye sınırları içinde değil Ruhban Okulu, Patrikhane’nin bulunması bile milli devletimizin işine gelen bir şey değil.”

“Müslüman değilseniz, Türk olamazsınız. Türk demek Müslüman demektir.”

“Türkiye Cumhuriyeti bir İslam Cumhuriyeti olarak kuruldu.”

“Türkiye Cumhuriyeti’nin şu anda İslam cumhuriyeti olması gerekiyordu, 86 yılımızı feda ettik.”

“Türk olmayana gavur denir. Gavurda akıl olsa Müslüman olurdu.”

“Nasıl Türk olunur? Namaz kılarak.”

….

Aşağıya aldığım kısım da, yine Gazete Vatan yazarı Tuna Kiremitçi'den;

"Balçiçek Pamir’in “Karşıt Görüş” programında yazar Ahmet Turan Alkan’ı hayret ve hayranlıkla izledim.

İzlerken de, milletçe neye ihtiyacımız olduğunu birden anladım: Bütün ihtiyacımız, Ahmet Turan Alkan’daki sağduyu...

Kendisiyle her zaman aynı fikirleri paylaşmıyor olabiliriz ama şu zor günlerimiz için gerçek bir rol modeli bence.

Bir kere İsmet Özel’in çılgın provokasyonlarına rağmen beyefendiliğini korudu.

Sonra asla kırıcı olmadı ama düşüncelerinden de dirhem geri adım atmadı.

Eyüp Peygamber sabrının bir yansıması, derviş sakinliği, bilgece bir sağduyu... Hepsi vardı Ahmet Turan Alkan’da. Ama sonunda kadar eleştiri ve kendi fikrini çatır çatır söyleme de vardı.

Programın ev sahibi Balçiçek’in gardı bile zaman zaman düşer gibi oldu ama onunki düşmedi.

Sonuçta gerçekten zor bir sınavdan alnının akıyla, örnek alınası bir şekilde geçti üstat.”

….

Son olarak da, Hürriyet'den Ahmet Hakan'ın değerlendirmesi;

"Bir zamanlar bir İsmet Özel vardı

KARLI bir gece vakti dostunu uyandırırdı...

Gözleri “nemli” değil “namlu”ydu... Her şey o yaşarken olup bitmişti...

“İnsan eşref-i mahlukattır” derdi babası... Birinin gözlerine bakıp, “Bir şehrin varoşları gibi... Ayaklanmaya hazır” türünden benzetmeler yapardı.

Zaptiyeler ve maliye onun ruhunun peşindeydi...

O savaşmasa güm güm vurmazdı kömürün kalbi Kozlu’da...

Hayat sevgilisiydi...

“İçimden şu zalim şüpheyi kaldır / Ya sen gel ya beni oraya aldır” derdi...

Zor zamanda konuşurdu...

Faydasız yazılar yazardı...

Taşları yemek yasak derdi...

Albatros’u Baudelaire’den öğrenmişti...

“Waldo sen neden burada değilsin” diye sorardı...

Ve işte kaybettik onu...

Şimdi en ağdalı cümlelerle en sıradan faşizmin türküsünü çığırıyor...

Bu yüzden artık duymak istemiyorum onu..."

…..

Bu tür sözleri duyunca hayret etmemek, eğer o da insansa insanlığından, müslümanım diyorsa müslümanlığından utanmamak mümkün mü?..
Okuyunca tüylerim diken diken oldu..
İyi ki izlememişim dedim..
Çok teşekkürler anneciğim..
İyi ki varsın başımızda..

21 Aralık 2009

Bitti diye üzülme.. Yaşandı diye sevin..


Gerçekten de, bir daha hiç aramadı, sormadı beni.. Bense, ondan haberleri kuzenim vasıtasıyla almaya devam ediyordum. Onun her yaptığından haberim oluyor. Her gittiği yeri öğreniyordum. Kimlerle birlikte, kiminle nerelere gidip geliyor. Kuzenim onun tüm haberlerini uçuruyordu bana. Fiilen ve fiziksel olarak ayrılmıştık. Fakat, ruhum ve kalbim halen onunlaydı sanki. Onu bir türlü aklımdan çıkaramıyordum.

Selim’le ayrılmamız ben de çok büyük etki yapmıştı. Büyük bir yıkıma uğradığımı düşünüyordum. Bir boşlukta gibiydim. Hiçbir şey beni tatmin etmiyor, nereye gidersem gideyim, gittiğim yerler tat vermiyordu. Kuzenimle daha sık beraber oluyordum. Onun varlığı beni bir nebze teselli ediyordu. O da olmasaydı ben ne yapardım, hiç bilemiyordum. Sinem ile de daha sık görüşmeye başlamıştım tekrardan. Ama, büyük bir bunalım yaşıyordum. Evde huzursuzdum, ailemle yok yere sık sık tartışıyordum. Neyse ki, ailem benim durumumu anlayışla karşılayıp, beni teskin etmeye çabalıyorlardı. Onları öylesine çileden çıkarıp, hırpalıyor ve bezdiriyordum ki, onların gözyaşı dökmesine sebep oluyordum. Halbuki, onların gözyaşı dökmelerini görmeyi asla istemeyen biriydim. İşyerinde de, çeşitli sorunlar çıkarıyordum. Eğer ben oranın patronu olsam, benim gibi davranan birini asla bir gün dahi tutmaz, tekmeyi basardım. Ama, patronlarım biraz da bana ihtiyaç duyduklarından olsa gerek, birazda şirketin ortaklarından birinin akrabası olmam nedeniyle bana katlanıyorlardı.

Bir şeyler yapmam, kendimi toparlamam lazımdı. Ayrıldığımız iki ay olmasına rağmen Selim’i unutamıyordum. Unutmak istememe rağmen unutamıyordum. Bu boşluğu bir şekilde doldurmam gerekiyordu. Bir şeylerle uğraşıp, kendimi ona vererek, aklımı meşgul etmem gerekiyordu. Ama, bunun ne olabileceği hakkında hiçbir şey aklıma gelmiyordu. Bana önerilen şeyler ise, bana hiç mantıklı gelmiyordu. Başka sosyal ortamlara girmemi tavsiye ediyorlardı. Çeşitli etkinliklerden söz edip, bazı aktivitelere katılmamı söyleyenler vardı. Bağlama ve gitar kursuna gitmemi söyleyenler, bazı müzik kurslarına gidip ders almamı salık verenler oluyordu. Hatta, dans dersleri almamı söyleyen arkadaşlarım vardı. Tango öğrenmemin bana iyi geleceğini, bu sıkıntılarımı sona erdireceğini söyleyen arkadaşlar da cabası..

İşte böyle sıkıntılı bir gün, işten de sıkılmış bir haldeyken, patron gelip belediyede halledilmesi gereken bir konudan bahsedip, bunu benim yapmamı istedi. Benim orada çalışan bir arkadaşım olduğunu öğrendiğini ve bu arkadaşımın belki bu konuda yardımı olabileceğini söyledi. Ben, o arkadaşın bu konu ile ilgili olmadığını ama, belki diğer arkadaşlarına söyleyip çözülmesine uğraşabileceğini söyleyip, halletmeye çalışacağımı bildirdim. Giderken yanına uğramamı ve gerekli evrakları vereceğini söyleyip odamdan çıktı. Ben de, biraz sonra çantamı alıp, önce tuvalette biraz makyajımı filan düzeltip, patronun yanına girdim. Evraklar masanın üstündeydi ve bana bazı gerekli işlemleri izah edip, nelerin yapılması gerektiğini tarif etti. Ben de, tamam diyerek odadan çıktım.

Arkadaşım Ahmet, emlak servisinde kontrol mühendisi olarak çalışıyordu. Kapısı açıktı ve bilgisayarda bir şeylerle uğraşıyordu. Yanına gidinceye kadar beni fark etmedi. Daha doğrusu, yanına birinin geldiğinden habersiz, yaptığı işe o kadar dalmıştı ki, beni fark etmesiyle birlikte, aniden ayağa kalkıp beni karşıladı ve el sıkıştık. O arada bir gözü de bilgisayarda olduğunu fark ediyordum. Daha ayakta iken yaptığı işi kapatmaya çalışıyordu, benim yandaki koltuğa oturmamı söylerken. Ben oturduktan sonra, ne içeceğimi sordu. Varsa bir neskafe içerim dedim. Telefonla neskafeleri ısmarladı ve az sonra da neskafeler geldi, beraber içmeye başladık.

Ahmet’in ailesi, çok önceleri bizim oturduğumuz semtte oturmuşlardı. Yakın komşu idik. Daha sonra Ahmet evlenince başka yere taşındı, ailesi de bir süre sonra bizim oradan ayrıldılar başka bir semte taşındılar. Beş altı yıldır burada çalışan Ahmet, okuldan mezun olduktan sonra, iki yıl kadar bir süre birkaç özel şirkette çalışmıştı. Ahmet ile biraz eskilerden filan konuştuk. Eşini sordum, evliliğin nasıl gittiğini ve çocuğu olup olmadığını filan konuştuk. O da benim neler yaptığımı, Selim’le halen birlikte olup olmadığımızı konuştuktan  sonra, kendisine patronun ricasını ilettim. Eğer yardımcı olabilecek bir arkadaşı varsa, çok memnun kalacağımızı güzel bir dille anlattım. Fakat bunun için biraz fazla dil dökmem gerekmişti. Hiç bu kadar kimseye dil döktüğümü hatırlamıyordum. O sırada, müdürü bir dosya için, Ahmet’i çağırdı. Ahmet de benden izin isteyip, dosyayı alıp müdürün yanına gitti.

Ahmet’in müdürün yanına gittiği on dakika olunca, benim canım sıkıldı. Kalktım Ahmet’in masasına doğru gittim. Bilgisayarına baksam acaba ayıp olur mu, filan diye düşünüyordum. Ayrıca, Ahmet’in ben içeriye girdiğim esnada ne yaptığını merak etmiştim. Beni görünce de, nasıl kapatacağını şaşırmış hali beni daha da meraklandırmıştı. Onun koltuğuna oturmadan ayakta bilgisayara bir göz atayım dedim ve tamamen kapatılmamış olan pencerenin ne olduğunu baktım. Araç çubuğunda “Second Life” yazısını gördüm. Şimdiye kadar hiç duymadığım bir oyun olabileceğini düşündüm. Bilgisayar oyunları ile başım hiç hoş değildi. Pencereyi tıklayarak açtım.. Açtım ama.. Ne göreyim?.. Gözlerime inanamadım. Hemen  pencereyi tekrar minimize ettim. Ekranda gördüğüm, tamamen bir pornografik bir animasyondu. Açtığımda durmadan hareketlerine devam ediyorlardı. Bir an gördüğüm kadarıyla, animasyondu ama, gerçeğinden farksız grafiklerle hazırlanmış bir oyun olduğunu anladım. Oyunda, bir kadın ve bir erkek yatakta, tamamen çıplak ve o vaziyette ne yapılırsa onu  yapıyordu. Her ikisinin de tepelerinde  isimleri yazılıydı. Hemen tekrar eski oturduğum yere oturdum ve Ahmet’i beklemeye başladım.

Yirmi dakika bekledikten sonra, Ahmet geldi. Masasına geçip oturdu ve benim bilgisayara bakıp bakmadığımı düşündüğünü, bana bakışlarından hissettim. “Ahmet, müdürle işiniz baya uzun sürdü. Her zaman böyle uzun mu sürüyor..?” diyerek Ahmet’in nabzını kontrol etmeye çalışıyordum. “Yok ya, her zaman olmuyor. Bu defa ki, biraz gıcık bir iş de onun için, uzun sürdü. Seni de beklettim, kusura bakma” diye bana karşı mahcubiyetini anlatmaya çalışıyordu. Ben de, onu biraz daha mor etmenin bana iyi geleceğini hesaplayıp, “Yok yaa.. canım filan sıkılmadı. Biraz senin bilgisayarda oyalandım.” derken, bir yandan da onu süzüyordum. Bir anda Ahmet’in suratı gök kuşağı gibi oluvermişti. Renkten renge giriyordu. “Cidden baktın mı yoksa..? Yok ya, beni kandırıyorsun. Sen benim ne tepki göstereceğimi sınamak için öyle söyledin.” Ben hiç bozuntuya vermeden, “Yoo, neden seni kandırayım. Bilgisayarda oyalandım biraz. Sonra ne var ki, neden o kadar şaşırdın benim bakmama.. Yasak mı benim bakmam, yoksa sen yasak şeyler mi yapıyorsun..?” dememle, benim gördüğümü anladı. “Yaa Arzu, çok özür dilerim. Senin o sahneleri görmene çok üzüldüm. Hele benim bilgisayarımda görmen beni çok mahcup etti. Çok çok özür dilerim. Lütfen, o gördüklerini unut.” diyerek neredeyse benim ayaklarıma kapanacak vaziyete geldi. Bense, gördüğüm manzaradan mutlu bir şekilde onu izliyordum. Evli bir adam ve o benim önümde diz çökmüş bana yalvarıyor. Bu durum benim tüm sıkıntılarımın bir anda uçup gitmesini sağlamıştı.

Tamam Ahmet, önemli değil. Bu kadar özür dileyecek ne var ki..? Herkes seyrediyor bu tür şeyleri. Seyretmeyen, oynamayan mı var ki..?” diyerek adamı biraz sakinleştirdim. Ahmet ise, bana halen, söyle olmuştu da, böyle gitmişti de, diyerek bu oyunu tavsiye etmişlerdi de, çok iyi bir oyunmuş da, ama böyle durumların olduğunu bilmediğini, aniden başına geldiğini filan anlatıp durdu. Oyunda kız onu esir almış da, kız onu soyup yatağa atmış mış mış, falan da filan bir sürü hikaye anlatıp durdu. Neredeyse kadının ona tecavüz ettiğini iddia edecekti. Ben de, kafamı sallayıp onu tasdik ediyordum. Evet, doğrudur, şimdiki oyunların içeriğinde her şeyi bulmak mümkündür filan diyerek, sanki oyun üstadıymışım gibi teselli etmeye çalışıyordum.

İkimiz de, benim oraya ne iş için gittiğimi unutmuş ve bilgisayar oyunlarından muhabbete başlamıştık. Ben bu güne kadar hiç bilgisayar oyunu oynamadığımı, oyunlardan hiç hoşlanmadığımı anlattıkça, o ise bu oyunun diğer oyunlardan farklı olduğunu, gerçek hayatta her ne varsa bu oyunda olabileceğini, hatta bu oyun içinde oyun oynayarak binlerce dolar para kazananlar olduğunu, birkaç kişinin ismini de verip bu kişilerin bu oyunu oynayarak, milyon dolarlar kazandığını anlatıp duruyordu. Sonunda ben de dayanamadım ve “Ahmet, mademki bu oyun bu kadar eğlenceli ve para da kazanma imkanı var. Nasıl bir oyundur bu göstersene biraz bana..” dedim. Kalktım hemen yanına gittim dikildim. O ise minimize olmuş pencereye dokunmaya korkuyor, pencerede çıkacak sahnenin nasıl bir sahne olduğunu bildiğinden, bunu benim onun yanındayken görmemi istemiyordu. “Tamam, bu pencereyi tamamen kapat. Oyunu yeniden başlatırsın.” demem üzerine, üzerine sağ tıklayarak “kapat” komutunu verip programı kapattı.

Oyunu yeniden başlatırken bana, oyunun özelliklerini, nasıl oynanması gerektiğini, önce bir kayıt olma ve isim belirleme gibi bir çok şeyi anlatmaya uğraştı. Sonra oyun açıldı. Açıldı ama, yine aynı yer, aynı sahne ve üstünde hiçbir şey yok. Sadece, kadın gitmiş, sahnede Ahmet –oradaki ismi tabii ki Ahmet değil.- çıplak ve yalnız başına. Bana dönerek, biraz uzaklaşmamı ve giyinmesi gerektiğini söyledi. Ben de, çaresiz ve ben de o sahneyi görmek istemediğimden, onun dediğini yaptım ve masadan uzaklaştım. Kısa bir süre sonra beni yanına çağırdı ve oyunun nasıl işlediği konusunda etraflıca bilgi verdi. Ve, böylece Second Life denilen, benim de Selim’i birazcık aklımdan çıkarmamı sağlayan “İkinci Hayat”la tanışmış oldum.


Devamı : Arzu Breda’nın doğuşu..

18 Aralık 2009

Mustafa Belgeseli üzerinden Atatürk'e karşı psikolojik saldırı..

Reha Muhtar, 17.12.2009 tarihinde Vatan Gazetesindeki köşesinde; "Can Dündar'ı Atatürk Belgeseli'nden hapis mi yatıracaksınız?.." başlığıyla yazyınladığı yazısında, Can Dündar'ı Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi basın Yayın Yüksek Okulu birinci sınıfından itibaren tanıdığını belirterek, onun nasıl biri olduğuna dair bilgiler vermiş.

Bu yazısında, Can Dündar'ın kişilik özelliklerini, mesleki duruşu ve hayata bakışını çok iyi bildiğinden de bahsediyor. Yani, onu 30 yıldan beri tanıdığını söyledikten sonra, Can Dündar'a karşı objektif olabileceğini vurguluyor.

Bu nedenle de, Can Dündar'ın Mustafa belgeselinden dolayı, "Atatürk'ün hatırasına hakaretten.." 7.5 yıla kadar hapsinin istenmesinin haksızlık olduğu, çifte standart olduğunu vurguluyor.

....

Yine Reha Muhtar'ın ertesi günkü, 18.12.2009 tarihli "Mustafa filmi Atatürk'e yönelik psikolojik saldırı mı?.." başlıklı yazısında, bir okurunun "Reha bey bir de Mehmet Kerem'in makalesini okuyun" demiş.. Mehmet beyin makalesini üç defa okuduğunu ve ilginç noktalar bulduğunu belirtiyor yazısında. Yazısının altına Mehmet beyin makalesinin bir özetini de koymuş. Bu makalede, Atatürk'e yönelik saldırıların altında yatan nedenlerle ilgili analizlerin olduğunu söylüyor.

Reha Muhtar bu yazısında, kendisinin Atatürk sevgisini de belirterek, bu sevginin nasıl bir sevgi olduğunu da kısaca anlatıyor. "Atatürk’ün gücü benim gözümde tabu olmasından gelmiyor...
Tartışılmamasından, insani taraflarının ortaya konmamasından, tanrı katına konmasından kaynaklanmıyor Atatürk sevgim..." diyerek..

......

Şimdi gelelim reha Muhtar'ın okuyucusunun okumasını önerdiği ve yazısında özetini yayınladığı, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi psikiyatri Bölümü'nden Profesör Mehmet Kerem'in makalesine.. Bu makalede neler var bir görelim.. Okuduğum özetten benim çıkardığım, bu makaleye göre Can Dündar, Vamık Volkan adlı bir psikiyatristden etkilenmiş. Bunu da, Can Dündar'ın Ayşe Arman'la yaptığı bir röportajda kendisinin itiraf ettiğini belirtiyor.

Bu etkilenmenin kaynağı, Vamık Volkan'ın "Ölümsüz Atatürk" adlı kitabı. Kitap ilk defa "Immortal Atatürk" adıyla 1984'te ABD'de yayınlanıyor. On yıl sonra da, Türkiye'de yayınlanıyor ve yasaklanıyor. Ancak, 1998'de yasak kalkıyor ve serbestçe satılmaya başlanıyor. Bu kitabın temel tezi ise, Atatürk'ün ne kadar sıradan bir insan olduğunu göstermek olduğunu vurguluyor Mehmet beyin makalesinde. Makalede, bu durum, tıpkı Can Dündar'ın Atatürk belgeselinde Atatürk'ün "insani yanlarını vurguladığı benzetmesi yapılıyor. Yani, insani yanları gösterilerek, "büyüklüğü" bu şekilde anlatılmak isteniyor.

Ben en iyisi Reha Muhtarın yayınladığı, Prof. Mehmet Kerem'in makalesinin özetinin tamamını buraya alayım ki, sizler daha iyi anlayabilesiniz.
Makalenin tamamını da, burada "Can Dündar'ın belgeseli.... Prof. Mehmet Kerem"  başlıklı yazıda okuyabilirsiniz..

“PAVLOV’UN KÖPEKLERİ VE MİLLİ REFLEKSİN KIRILMASI”

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü Profesörü Mehmet Kerem Doksat şöyle açıklıyor:

Bilirsiniz, ünlü Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken bir yandan zil çalınca ve bunu defalarca yapınca, bir süre sonra eti görmeden de zil sesini işitince hayvanın salyası akmaya başlar. Bu, şartlı reflekstir: Hayvanın tabiatında olmayan bir uyaran (zil sesi), onu tabiatında olan eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır.

Hiçbirimiz dünyaya Türk, Meksikalı, Sünnî veya Katolik olarak gelmeyiz; bunlar bize öğretilen değerler, yani şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler.

Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur bir kısmı da günlerce terörize olur çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır. Kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır.

Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yok!

Şu müthiş sonuca varır: Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırır. İnsanı veya hayvanı en doğal, en ilkel haline geri döndürür.

Her gün 15-20 şehit, ‘kanları yerde kalmayacak’ denip sürekli kanlarının yerde kalması, bir yandan orada burada araba yakarak, polise taş atarak etnik kalkışmalar...

Hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusu ortadan kalkıyor.

Pavlov’un köpeklerindeki gibi, bu kadar ağır travmalarla şartlı reflekslerimiz (millî duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.

***

Volkan’a göre Atatürk babasını küçük yaşta kaybedip ilk bunalıma giriyor. Ondan sonra annesi başka bir adamla evleniyor ve eve gelen bu adamla birlikte bunalım kökleşiyor.

Bunun temelinde ise Mustafa’nın annesine olan ‘odipal bağlılığı’ var! Aslında Can’ın belgeselindeki temel ve örtük mesaj da bu.

Atatürk denilen adam sözde bizim atamız, yani bir anlamda hepimizin babası ama aslında onun babası yok!

Ve yine Mustafa’nın annesine darılması anlatılıyor belgeselde, çünkü Atatürk’ün anası, yani bizim o başörtülü gülümseyen fotoğrafından hatırladığımız Zübeyde Hanım, ‘eve başka bir erkek getiriyor’!

Evet, belgeselde anlatılan dil aynen böyle, ortada Zübeyde Hanım’ın ‘yeniden evlenmesi’ne değil ‘eve yeni bir erkek getirmesi’ne vurgu var! Farkındaysanız tez Vamık Volkan’dan aktarılma olduğu gibi.

***

Nitekim belgesel boyunca Atatürk, mutsuz, yalnız, bunalımlı bir tip olarak çizilmiş.

Ancak bunlar anlık ya da dönemsel melankolilikler değil.

Atatürk çocukluğundan ölümüne derin bir melankoli içinde gösteriliyor. Atatürk’ün sürekli içki ve sigaraya olan düşkünlüğü de örtük başka bir mesajı veriyor:

Mustafa sadece annesine karşı odipal bir bağlılık içinde değildir, aynı zamanda oral bir kişiliğe sahiptir!

Şimdi bu iki kavrama bakalım.

Birincisi Freud’un ‘odipus kompleksi’ olarak bilinen ve çocuğun anneye olan bağlılığını cinsel bağlılıkla açıklayan teori.

İkincisi ise yine Freud’un çocukluk evrelerini ayırdığı ilk evre olan ‘oral evre’, yani ağız bağlılığı.

Her iki kavram da Vamık Volkan’ın kitabında Atatürk’ün kişiliği olarak konuluyor.

Şöyle ki:

Atatürk annesine olan aşkının yerine vatanı koyuyor.

Nitekim ‘büyük validemiz’ diye söz ettiği vatana olan aşkı aslında anasına olan aşkıdır!

Yine ana memesine olan hasretini de rakı kadehi ve sigara ile gidermektedir!

***

Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve refleksini nasıl yok edersiniz?

Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır, o ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız.

Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız.

Mesela Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar?

O zaman onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekmektedir!

Ya da Türkler atalarını, yani Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar?

O zaman onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan biri olduğunu gösterin.

Farkındaysanız son on yıldır tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz.

Sözde demokratlık, tartışma kültürü adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?

Sıra Atatürk’e geldi.

Çünkü önemli olan ulusal önderi yok etmektir. O halde tüm önderlere yapılanı Atatürk’e de yapalım. Onun ne kadar zalim bir diktatör olduğunu tartışalım.

Onun aslında zaafları olduğunu tartışalım. Hatta onun anasını bile tartışalım.

Evet, emperyalistlerin gündeminde bu vardır. Tartışın diyorlar, biz sizin atanızın anasını tartışmak istiyoruz!

Ondan sonra Can Dündar çıkıyor ağlamaklı, diyor ki tamam tartışın benim belgeselimi ama biraz insaflı olun, önce izleyin sonra eleştirin!

Acıyacaksınız neredeyse adama.

Sonra dört bir koldan saldırıyorlar; korkacak ne var ki, izleyin önce, inanmazsanız inanmazsınız!

İsterseniz eleştirin!

İşte asıl psikolojik harp cephesi de burada kuruluyor!

Mesela Atatürk’ü sevmek, bayrağı sevmek, İstiklal Marşı’nda duygulanmak, şartlı reflekslerdir ve bunlar tartışma konusu değildir.

Çocukluktan öğrenilir ve ölene kadar da korunur.

Ama bazı haller vardır ki o şartlı refleksleri kaybedersiniz.

İşte Can’ın belgeseli tam da bu iş için yapılmış.

Prof. Mehmet Kerem

........... 


Değerli okuyucularım, benim bu yazıların tümünden anladığım ve vardığım sonuç; Can Dündar'ın bu belgeseli yaparken bazı kişilerden etkilendiği yönünde şüphelerim var. Her ne kadar, Reha Muhtar, onu çok iyi tanıdığını ve böyle bir düşünce ile yapmasının düşünülemeyeceğini ifade etse de, belgeseldeki anlatım tarzı bu şüpheleri doğrular nitelikte.

Sizler okuyunca ne karar verirsiniz bilemem ama, benim düşüncem bu yöndedir. Bilerek olmasa bile etkilendiği yönünde kesin şüphelerim var.

16 Aralık 2009

NEŞELİ HAYAT & GERGİNLİK..


Yorumsuz yayınlıyorum.. Yorumlarınıza göre, yanıtlarımda kişesel fikirlerimi bulabilirsiniz..

Sevgilerimle..

Neşeli hayat

Hava kurşun gibi ağır... Kar yağsın da örtsün şu çamuru diye bekliyoruz ama olmuyor.

İçimizi sıkan haberler geliyor memleket köşelerinden. “Burası Muş’tur, yolu yokuştur, esnaf kaleşnikofla taramış göstericileri, bu nasıl iştir?” diye bir türkü yakmanın tam sırası.

O tetiği çeken esnafa internet sitelerinde övgüler düzen kardeşlerimize acilen Yugoslavya iç savaşı tarihi okutmak zorundayız.

Herkes silaha sarılıp birbirini vurmaya başlayınca Kurtlar Vadisi’ni andıran, fiyakalı bir dizi ortamında yaşayacağımızı ve kendilerini kahraman gibi hissedeceklerini düşünüyor olabilirler.

***

Belki de okutmamak lazım Yugoslavya tarihi falan: Ne de olsa kardeşlerimizin bu kafayla Aliya İzzetbegoviç’e özenecek halleri yok. Tutup Miloşeviç olmaya, Karadziç olmaya falan kalkarlar.

Bir sözümüz var ne de olsa: “Akacak kan damarda durmaz”. Ama uygarlığın yolu da kanı damardayken inceleyip akmadan tedavi edebilmekten geçiyor, haberimiz yok.

***

Yılmaz Erdoğan’ın o nefis Şarlo öyküleri tadındaki, insanı içine alıp sonra da bırakmayan filmi “Neşeli Hayat”, memleket ahvaliyle beraber düşününce o kadar manidar ki...

Neşemizi bulmak için yapabileceğimiz onca şey varken kafayı taktığımız şeylerin zavallılığı, çocuklarımıza çok kederli görünecek.

Bu kadar güzel ve bereketli bir ülkede hayatımızı yaşamak yerine etnik ve dinsel kimlik sorunları yüzünden birbirimize çektirdiklerimize bakacak ve budala olduğumuzu düşünecekler.

***

Şimdiki bunalımlarımız, “Neşeli Hayat” filmindeki kahramanların zengin olma hayali kadar çocuksu ve saçma görünecek gelecek kuşakların gözüne.

Çünkü yaşadığımız itiş kakışın insanlık ailesinin ağacında herhangi bir yeri, attığımız naraların gökkubbede en ufak bir yankısı yok.

Sonuçta, ne kadar “bölünmez bütünlük” nutukları çeksek de, göz göre göre ikiye bölünen bir ülke var elimizde.

Bir yanı evrensel ölçüleri yakalayıp çağdaş dünyayla bütünleşmeye doğru koşarken diğer yandan karışıklık içindeki bir üçüncü dünya ülkesi olmaya doğru çekiliyor Türkiye.

Neşeli olmak yerine iki taraftan çekiştirilen bir çarşaf gibi gergin görünmemiz, işte bu yüzden.

Tuna Kiremitçi / gazetevatan

10 Aralık 2009

Selim’le ayrılmamız ve; “Artık her şey bitti bebeğim..!”


Selim’le kavga edip ayrıldığımız 16 gün olmuştu. Ama, bana bir asır gibi geliyordu, bu 16 gün. Öfkelenmekte haklıydım ama, devamında o kadar haklı olduğum söylenemezdi. Öylesine öfkelenmiştim ki, ağzıma ne gelirse söylemiştim. Ne kadar kötü, iğrenç, aşağılayıcı kelime varsa hepsini arka arkaya sıralamıştım. Sonunda da, “Artık, bu iş bitti, bundan sonra birlikteliğimiz süremez. Sen yoluna, ben de kendi yoluma.” deyip noktayı koymuştum.

….

Selim’le sizleri daha önce bu blogda tanıştırmıştım. Bir Sevgililer Günü yazımda. Onunla üç buçuk yıldır –yatak hariç- birlikteydim. Onun ailesinin de, benim ailemin de birlikteliğimizden şikayetleri yoktu. Bir birimizi deliler gibi seviyorduk. O bizim eve gelip gider, ben onun evine gidip gelirdim. Evlenmek için ise hiç acelemiz yoktu. Acelemiz niye olsundu ki..! Yatmak dışında, yani seks dışında her şeyi yapıyorduk. O işi de hiç yapmıyorduk diyemem. Msn ve telefonda saatlerce konuşur, o arada sanal da olsa sekse değinirdik. Bu durum benim için yeterliydi ve daha fazlasını istemiyordum. Şimdilik daha ileri gitmeyi düşünmüyordum. O da, aynı şekilde düşündüğünü söylüyordu. Ama, bu söylediği ne kadar doğruydu, bunu daha sonra anlayacaktım.

Bu kadar öfkelenmekte haklı olduğuma, sizde hak vereceksinizdir. Bir gün ona güzel bir sürpriz yapma, onu mutlu etme fikri geldi aklıma. Yeni bir işe girmişti ve bu işini beraberce bir yerde kutlamak için, bir müzikholde yer ayırttım. İşten çıkacağı saatte de, işyerine gidip, çıkış kapısında beklemeyi düşündüm. Ancak, çıkış kapısının önüne park yapılamadığı için, taksi daha müsait olan biraz geriye gidip durdu. Taksi şoförüne biraz beklememiz gerektiğini, beklediğim kişinin az sonra çıkacağını söyledim. Beklemeye başladık. Beş dakika kadar sonra işyerinden çıkmaya başladılar. Taksiden, bahçe ve çıkış kapısı rahatlıkla görülebiliyordu. Nihayet bahçede Selim’i görmüştüm. Beş altı kişilik bir gurubun arasında o da vardı. Kızlı erkekli gurup neşeli bir şekilde şakalaşarak, kapıya doğru ağır ağır yürüyorlardı.

Aniden bir şey fark ettim. Selim’in yanında yürüyen kızın eliyle Selim’in kolunu tuttuğunu, az sonra da, kolunu beline doladığını fark ettim. Selim’e bakıyorum. O, kızın bu davranışı karşısında, hiçbir tepki göstermeden, rahat bir tavırla yürümeye, neşeli neşeli muhabbetlerine devam ediyordu. Ben neye uğradığımı şaşırmış. Resmen şok olmuştum. Kapıdan çıkarlarken kız Selim’in koluna girmişti. Gurup kısa bir süre kapının önünde durup, bir birlerine veda etmek için tokalaştıktan sonra, benim Selim beyefendi kıza bir şeyler söyleyerek kolunu çekmek istemesine rağmen, kız onun kolunu tutup, beraberce bir yerlere gitmelerini ister gibi, Selim’i razı etme çabası içindeydi.

Ben taksi şoförüne, biraz beklemesini söyleyip, arabadan indim. Onların yanına doğru yürüyordum. Selim’in arkası bana dönüktü. Öfkeden deliye dönmüştüm. Ben onun için neler düşünüyordum, onunsa yaptığına bakın. Yanlarına yaklaşınca, “Oh..! Ohh..! Maşallah..! Allah nazardan saklasın..! Allah mutluluğunuzu bozmasın..!” diye bağırarak ve elimi kolumu sallayarak ikisinin yanına vardım. Suratımın o an ne hal aldığını çok merak ediyordum. Selim beni orada o halde görünce, hemen toparlanmak ihtiyacı hissetti ve “Aaa, senin ne işin var burada..?? Sevgilim, durum senin anladığın gibi değil..!” gibisinden o an benim için hiçbir anlam ifade etmeyen sözleri peş peşe sıraladı. Kız ise, -kız mı yoksa kadın mı desem bilmiyorum- Selim’e fısıltıya benzer bir sesle, iyi akşamlar diledikten sonra, sessizce ve hızla yanımızdan uzaklaştı.

Kapının önünde Selim’le baş başa kalmıştık. O bana bir sürü mazeretler anlatıyor. Yok, o kadın onun şefiymiş de, ona asılmaya çalışıyormuş. O ise, ona yüz vermiyormuş ama, peşini bırakmıyormuş.. Bir sürü –mişli, -mışlı kelimeleri sıralayıp duruyor. Ben, “Tamam.. Bitti.. Her şey bitti.. Aramızda bundan sonra hiçbir şey yok.. Kalmadı.. Her şey sona erdi..” diye taksiye yürüyorum. O da peşimde kolumdan çekiştirip duruyor. Ben ona her türlü hakareti yapıyorum. O, tamam sen haklısın ama, senin düşündüğün gibi değil diyerek beni iknaa çabalıyor.

Ben hem söyleniyor, hem de taksiye doğru yürüyorum. O da, benim kolumdan çekerek derdini anlatmaya uğraşıyor. Öyle çekiştire çekiştire taksinin yanına vardık. Ben kapıyı açıp binmeye çalıştıkça, o kapıyı kapatıp binmemi engelliyor. Nihayet ben taksinin kapısını açıp, arka koltuğa oturup, kapıyı da çekince, taksici de arkasına dönüp, “Tamam mı abla, gidiyor muyuz..?” diye sordu. Ben de, “Evet, beni aldığın yere bırakır mısın lütfen..!  dememle araba da hareket etti. Selim de orada öylece kala kaldı.

Ben, eve gidiyorum ama, bu halde eve nasıl girerim diye düşünüyorum. Bir yandan bu şahit olduğum manzara gözümden gitmiyor, onun için öfkeleniyorum. Diğer yandan, o kadar çok sevdiğim adamın beni bu hale koymasına dayanamıyor ve gözümden sicim gibi yaşlar akıyor. Taksi şoförü de, arada aynadan bakıp, “Ablacım, sakin ol. O kadar üzülme. Üzülmeye değmez.” gibi kendince sakinleştirici ilaç olarak gördüğü kelimeleri sıralıyordu.

Oturduğumuz semte yaklaşınca, bu halde eve gitmemin doğru olmayacağını, evde de bir sürü sorgu sualle karşılaşıp daha da kötü olacağımı düşündüm. Ayrıca, Selim’i ailem de çok sevdiğinden, bu durum onlar içinde büyük bir yıkım olacaktı. Kolay mı..? Bir anne babanın, kızlarının çok sevdiği birinden böylesi bir darbe yemesini ve onun üzüntüsünü görmeye nasıl tahammül gösterirlerdi..!? O nedenle, eve gitmekten vazgeçip, aynı semtte oturan kankam Sinem’e gitmeye karar verdim. Taksiciye yolu tarif ettim. Beni eskiden beri zor anlarımda teselli eden arkadaşımın evinde taksiden indim.

Kapının önünde akan göz yaşlarımı, burnumu filan sildim, zile bastım. İçeriden Sinem’in sesi geldi, “Kim o..?”Kankacım, benim hayatım..” diye cevap verebildim. Kapıyı açıp, beni gördüğü gibi çok kötü bir şeyler olduğunu anladı ve hemen üst katta bulunan odasına çıkarken, “Annecim, Arzu geldi. Biz yukarı çıkıyoruz.” diye annesine seslendi. Annesi de, “Ooo, Arzu mu geldi..? Çoktandır görmemiştim, işimi halledeyim, birazdan yanınıza gelirim.” diye karşılık verdi. Biz Sinem’in odasına girer girmez, kapıyı arkamızdan kapadığı gibi sorguya aldı beni. Ben de başıma gelenleri olduğu gibi anlattım. Sinem, Selim’in böyle bir şey yapabileceğine ihtimal bile vermek istemiyor. Asıl suçlunun O kadın olduğunu iddia edip beni sakinleştirmeye çabalıyor. Bense, o kadın suçlu bile olsa, Selim’in onu tersleyerek, reddetmesi gerektiğini söylüyorum.

Bu arada da, Selim durmadan, mesaj üstüne mesaj gönderiyor, telefonumdan durmadan arayıp duruyor. Sonunda, telefonu tamamen kapatarak, bana ulaşmasını engelledim. Bu süre zarfında da, öfkem ve sinirim biraz olsun yatışmış, suratımdaki o korkunç hal birazcık gitmişti. Az sonra, Sinem’in annesi kapıya vurdu; “Kızım.. Arzucum.. Müsait misiniz, yanınıza girebilir miyim..?” diye sorunca; Sinem bana baktı. Ben de, başımı olur anlamında salladım. “Evet, annecim girebilirsin” diye annesini çağırdı. Ben de kalktım, Feride teyzenin elini öpüp, halini hatırını sordum. O da, bana benim ve ailemin nasıl olduğunu sordu. Feride teyze, -ona bu şekilde hitap etmeye alışmıştım- beni çok severdi. Sevgi konusunda, kızından hiç ayırt etmezdi. Eskiden onlara daha sık giderdim. Benim işe başlamam, Sinem’in nişanlanması bizi biraz uzaklaştırdı. Ayrıca, onunla yaşadığımız bir olayın da, görüşmelerimizin seyrelmesinde etkisi olmuştu. Neyse o konular bizim çok özelimize giriyor. Bir gün belki o cesareti bulursam o özelimi de anlatırım sizlere.

Selim, peşimden günler, haftalarca koştu, diller döktü, msn’den engelledim fakat, cep telefonumdan peşimi bırakmadı. Bizi tanıştıran kuzenim yoluyla mesajlar gönderdi. Bu şekilde, bir buçuk ay pes etmeden aramaya devam etti. En sonunda o da pes etti. Telefonuma son bir mesaj gönderdi;
Tamam, bitmesini istiyorsun. Bunda haklı da olabilirsin. Ama benim bu olayda, en küçük bir kabahatim yok. Bitirmek istedin, bitirelim. Bundan sonra, kesinlikle arayıp rahatsız etmeyeceğim. Ama, sen bundan pişmanlık duyup dönene kadar seni bekleyeceğim. Bu güne kadar senden başkasını sevmedim. Bundan sonra da sevmeyeceğim. Seni severken başkasını nasıl sevebilirim ki..Seni halen çok seviyorum. Dönmeni bekliyorum.. Selim”

.....
Devamı var..

Foto : deviantART 

08 Aralık 2009

Bu topraklar daha nelere gebe..? Neyin doğum sancısı bekleniyor..?



Ey bu ülkenin yöneticileri..!!
Ey kendini bu ülkenin yöneticileri olarak görenler..!!
Sizlere soruyorum, yukarıdaki soruları..
Sizler bu topraklarda yeni bir doğum mu bekliyorsunuz..?
Bu topraklara yeni bir doğumun tohumlarını ekmişseniz, bunu bekliyor olabilirsiniz..
Ama, bu topraklarda başka bir devletin doğması için, var olanın yıkılması gerekeceğini biliyor olmanız lazım..
Var olanı da yıkmaya hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğini de, bileceğiniz gibi..

Açmaya çalıştığınız bu muydu..??
Nihayet açıldı işte..
Adana'dan Harun Arslanbey..
Giresun'dan Cengiz Sarıbaş..
Adıyaman'dan Onur Bozdemir..
Hatay'dan Fatih Yonca..
Ordu'dan Kemal Bide..
Muş'dan Ferit Demir ve Yakup Mutlu..

Açılışı bu kuzucuklarla yapmaya karar verdiniz demek ki..
Açılımı bu kuzucukların kanlarını toprağa dökerek kutlayacaktınız demek ki..

Bu nasıl bir kandırmacadır ki..
Bu nasıl bir hain plandır..
Bir ülkenin yetişmiş bir neslini, sırf bir parça bez uğruna harcıyorsunuz..
Bir başörtüsü nedeniyle oynanan bu oyunlar..
Yazık değil mi bu ülkeye, bu ülke insanına..
Bunca can yandıktan sonra, değil Çankaya Köşkünde, Beyaz Saray Oval Ofisinde türbanlı bir hanım otursa ne olur ki..
Gidenleri geri getirebilir mi..???

Açacaz dediniz açtınız madem ki..
Analar ağlamayacak dediniz..
Peki, yine neden ağlattınız bu anaları..
Biz size nasıl güveneceğiz ki..
Açılımdan önce kendinize güvendirmeyi sağlayın..
Bak o zaman gerekliyse açılımı da kendi yapar bu toprakların insanı..
Ama önce size güven duyalım..
Önce güven..

05 Aralık 2009

KADER MAHKUMU MUYUZ..?


Size, bayramdan önce görmüş olduğum bir rüyadan bahsedeceğim. Ondan önce ise, o günkü gelişmeleri biraz özetlemem gerekir. Çünkü, rüyada gördüklerimin, o günkü gelişmelerle alakalı olduğunu düşünüyorum.

Bahsedeceğim şeyler, benim ne ailemle, ne de işyerindeki gelişen konular. Bahsetmek istediğim konu internet. İnternet denince de, benim anladığım ve en fazla zaman ayırdığım blog dünyası.

O gün işyerinde biraz fazla yoğun olduğumdan, bloglarla çok fazla ilgilenemedim. Sadece benim bloguma yapılan bir kaç yorumu cevapladım. Okuduğum bloglardan, yeni postları okumaya çalıştım. Hatta yorum yapmaya dahi zamanım olmadı.

Okuduğum bloglara yorum yaptığımda, bir süre sonra yaptığım yorum yayınlanmış mı diye veya yayınlanmış ise, yorumuma ne yanıt verilmiş diye sık sık gider bakarım. Burada bahsedeceğim şey, okuduğum bir yazı, yaptığım yorum ve bu yoruma gelen cevaba ilişkin beynimde yaptığım düşünsel gezinti ve sonrasında da google aracılığıyla biraz araştırma. İşyerinde bu araştırmalara fazla zamanım olmadığından, devamını da, akşam eve gittiğimde, biraz evdeki kütüphaneden, biraz da internetten inceledim.

Canımın içi Zeugmacım, o rüyayı gördüğüm günden üç gün önce "Yazgı mı?" diye bir soru sordu. Bir Pazar günü sabahı kapısına gelen yardıma muhtaç genç bir kadın ile yanında onunla beraber dolaşan küçük oğlu ve sırtına bağladığı daha yeni doğmuş bebeği konu alan, hüzünlü bir anısını yazmış. Pazar sabahı erken bir saatte yaşanılan bu durum ve geçen diyaloglar, normalde herkesin başına gelebilecek, hüzünlendirebilecek sahneler. Hatta, normalde karşılaşıldığı zaman üzülmeyen kişiler dahi, sevgili Zeugmanın anlatımı karşısında, üzülüp hüzünlenmemesi imkansız.

Fakat, konu hüzünlenip hüzünlenmemek değil. Bahsetmek istediğim, Zeugmacığımın yazısının başlığında ve son cümlesinde sorduğu soru. "Yazgı mı?" ve "Yazgı dedikleri bu muydu?" Yorum yapanların çoğunluğu -okuyucu ve yorumcu sayısının fazla olduğunu da belirtmeliyim - bu durumun bir yazgı / kader olduğu görüşünde birleşiyor. Ben ve birkaç yorumcu da, bu durumun yazgı / kader olmadığını söylüyoruz.

Elbette ben, bana gelecek cevabı merak etmeme rağmen, cevabı da aşağı yukarı tahmin ediyorum. Bana verilen cevap da, beklediğim gibi oluyor ve çok sevgili Zeugmacığım, "Olmadı, uymadı Arzucuğum." diyerek, beni bu rüyayı görmeye ve bu yazıyı yazmaya sevk etti. (Sana hiç kırılabilir miyim, Canımın içi..)

Rüyaya geleceğim de, önce bir düzeltmeden sözetmem gerek. Düzeltme benim yorumumdaki şu cümle ile ilgili; "Bu yaptıkları, Allah ile aldatma değil de nedir..??" Bu cümlede geçen, "yaptıkları" kelimesinin ifade ettiği kişi(ler), orada bahsi geçen kadın ve çocukları değildir. Burada, Allah ile aldatıyorlar diye suçladıklarım, dinimizin ve dinimizin tek adresi olan Kur-an'ı Kerim'i hırs, menfaat ve koltukları uğruna gerçek anlamlarından saptırarak anlatan, öğreten din adamları ile bizleri yöneten kişilerdir. Bir düzeltme de, benim kullandığım cümlelerde, "Allah'ı aldatmak" gibi bir ifade yer almadığı gibi, hiç bir zaman da yer almaz. Allah'ı aldatmak kimin haddine ki..

İnsanın insanı en kutsal şeylerle aldatması kadar kötü olan başka ne olabilir? Fakat, bunu bilhassa bizi yönetenlerin yapması, insanlarımızın kutsal saydığı değerleri kullanarak, kendi çıkar ve amaçlarını gerçekleştirmelerini görüp, duydukça ve bu durum karşısında insanlarımızın kendilerini söylenenlere inanmak zorunda hissetmesi ve çaresizlikleri karşısında acıma ve üzüntü duymamak elde değil. Bu şekilde dini kullananlar dışında, vatandaşlarımızın manevi değer verdikleri her türlü kutsallarını kullananlar da var elbette. Bu işi en fazla siyasette ve ticarette görüyoruz. Ama, en çok acı vereni ve en çok da işe yarayanı, "Allah ve dini motifleri" kullanarak yapılan aldatmalardır.
....

Epey uzun bir süredir MSN Messenger'ı çok seyrek kullanıyorum. Açınca baktım ki bir çok arama ve ekleme isteği birikmiş. Çoğunluğu önemsiz şeyler.. Ancak, beni eklemek isteyenlerinden bir tanesi dikkatimi çekti.. İsteği onayladım ve anında ilk mesajını gönderdi.. Gönderenin nickini görünce, "Allah'ın aptalı başka nick mi bulamadın" diye biraz sesli bir şekilde söylendim.

- Tanrı : Ey Arzu..! Düşündüğün, hiç olabilecek bir şey değil.
- Arzu : :)
- Tanrı : Ey Arzu kulum, bu benim nickim filan değil. O benim.
İçimden, "Hay Allah ya, hep de beni bulur, nerede manyak, sapık varsa." diye söyleniyorum. Bir yandan da, fazla uzatmadan sepetlemek için bir şeyler yazayım diyorum.
- Arzu : Tabi, tabi ben itiraz etmedim zaten. Ben de, Athena'yım yüce Zeus.
- Tanrı : Sen, Athena'yım diyerek zekanı ön plana aldığını, bu konuda üstün olduğunu göstermek istiyorsun, öyle değil mi.?
- Arzu : Eh, o konuda tevazu gösteremeyeceğim. Zekamla her zaman öğünürüm. :))
- Tanrı : Ey Arzu..! Ben başka bir konudan bahsetmek istiyorum. O senin düşündüğün şey kesinlikle olamaz. Zamanı geriye döndüremezsin. Haydi döndürebildiğini düşünsek bile, büyük patlamanın olduğu zamana gidemezsin. Hadi onu da kabul edelim. O ana da gitsen bile, ötesine geçemezsin. Öncesinin ne olduğunu sen biliyorsun değil mi..?
Ben bunları okuduğum an donup kaldım. Bugün bunları düşündüğümü karşıdaki kişi nereden biliyor olabilir. Bunun imkansız olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da parmaklarım tuşların üzerinde hareket ediyor.
- Arzu : Yok..
- Tanrı : Ey Arzu..! Evet, öncesinin sizlere göre 'yok' olduğunu bildiğini söylemiştim sana. Ancak ben, yokdan önce de varım. Sen bana rakip mi olmak istiyorsun, zamanın öncesine geçmek isteyerek.? Ama, size böyle bir güç vermedim ben. Hatta, bunu düşünmemen bile gerekir. Büyük patlama anına dahi gelebilmeniz imkansız.
- Arzu : Tamam inandım Allah'ım. Sen gerçeksin.
- Tanrı : Ey Arzu..! Evet, aklından geçen ve bana sormak istediğin sorunun cevabını söyliyeyim sana. Kaderin ne olduğunu soracaktın bana. Kader, benim size gönderdiğim ve aslı da benim bilgimde olan kitapta açıkça yazdığı gibidir. Kader, tüm evrenin tabi olduğu denge kanunudur. O kanunların ölçüsüdür. Kader = ölçüdür. Sizin anladığınız, kullandığınız, size anlatılan anlamda değildir, benim kasttettiğim. Ben size kendimden olan iradeyi verdim ve yapacaklarınızdan sorumlu tuttum. Ne diye hala anlamıyorsunuz.
- Arzu : Anladım Allah'ım. Bizler nasıl ki, bir cetvelin tamamını, her milimetresine kadar görüyorsak, sen de yaratığın zamanın baştan sona her anını görüp, biliyorsun. Sen her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, her şeyi duyan ve görensin. Bizler, bize verdiğin iradeyi senin istediğin yönde kullanmayıp, sorumluluktan kaçıyoruz. Yaptığımız iyilik ve kötülükleri senin yaptırdığını söyleyip, kaderimiz Allah tarafından böyle yazılmış deyip sıyrılmaya çalışıyoruz.

.....

Tam bu esnada sıçrayarak uyandım. Ayaklarımdan, saç telime kadar, her yanım ter içindeydi. Bütün gün ve gece düşündüğüm şeyler, rüyamda karşıma çıkmıştı.

.....

Böyle bir rüya kurgusu düşündüğüm ve buraya yazdığım için, umarım Allah'ım beni cezalandırmaz. Affet beni Allah'ım.
Onun fikir, düşünce ve inancına katılmadığımı, farklı düşündüğümü anlatmak amacıyla, böylesi bir yol seçip, kullandığım için de, canımın içi Zeugma'dan da özür dilerim.

Kader hakkındaki bu fikir ve inancımın ana kaynağı, Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün kitapları, özellikle Kur'an-ı Kerim meali, gazete yazıları ve tv söyleşileridir. Bu dinin bir mensubu olduğum halde, daha öncesinde yanlış bilgilere sahip olduğumdan, çok farklı düşünüp İslam seviyorum diyemediğim halde, yazdıkları ve söyledikleri sayesinde, bana İslamı sevdiren Sayın Öztürk'e de,  bu vesile ile çok teşekkür ediyorum.

KUR'ANDAKİ İSLAMDA, KADERE İMAN FARZ MI ? Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk

KADER ALIN YAZISI MI, TABİAT KANUNLARI MI? Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk

İSLAMDA KADERE İMAN VAR MI?

İstiklal Marşımızın yazarı M.AKİF ERSOY'un Safahat adlı kitabından bir şiirle bitirirken, onun sözlerini ya unutup, yada kulak tıkadığımız için, kendisinden özür diliyoruz. Nur içinde yat, Sevgili M.Akif ERSOY..

"Bir kerre de azmettin mi, artık Allah´a dayan..."
-"Allah´a dayanmak mı ? Asırlarca dayandık !
Düşdükse bu hüsrâna, onun nârına yandık !
Yetmez mi çocukluktaki efsâneye hürmet ?
Dersen ki: Ufuklarda bir aydınlık uyansın;
Mâzîyi ateş vermeli, baştan başa yansın !
Şaşkınlık olur köhne telâkkîleri ihyâ;
Şeydâ-yı terakkî, koşuyor, baksana dünyâ.
Elverdi masal dinlediğim bunca zamandır;
Ben kanmıyorum, git de sen aptalları kandır ! "

-Allah´a değil, taptığın evhâma dayandın;
Yandınsa eğer, hakk-ı sarîhindi ki yandın...
Meflûc ederek azmini bir felc-i irâdî,
Yattın, kötürümler gibi, yattın mütemâdî!
Mâdem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın;
İksîr-i bekâ içsen, emîn ol, yaşamazsın.
Mevcûd ise bir hakk-ı hayat ortada, şâyed,
Mutlak değil elbette, vazîfeyle mukayyed.
Takyîd-i İlâhî ki: Bilâ-kayd ona münkâd,
Kalbinde cihanlar darabân eyliyen eb´âd.
Lâ-kayd olamazdın, biraz insâfın olaydı,
Duydukça bütün sîne-i hilkatten o kaydı.

"Allah´a dayandım!" diye sen çıkma yataktan...
Ma´nâ yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu ?
Üç kıt´ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi birgün o büyük nesl-i mücâhid.
Âlemde "tevekkül" demek olsaydı "atâlet´;
Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet ?
Çoktan kürenin meş´al-i tevhîdi sönerdi;
Kur´an duramaz, nezd-i İlâhîye dönerdi.

"Dünya koşuyor" söz mü ? Berâber koşacaktın;
Heyhât, bütün azmi sen arkanda bıraktın !
Mâdem ki uyandın o medîd uykularından,
Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa, kımıldan.
Ensendekiler "leş" diye çiğner seni sonra;
Ba´sin de kalır ta gelecek nefha-i Sûr´a !
Çiğner ya, tabî´î, ne düşünsün de bıraksın ?
Bir parça kımıldan, diyorum, mahvolacaksın !
Dünya koşuyorken yolun sütünde yatılmaz;
Davranmıyacak kimse bu meydana atılmaz.
Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da.
Maziyi, fakat yıkmaya kalkma bu yolda.
Ahlafa döner; korkarım, eslafa hücumu:
Mazisi yıkık milletin atisi olur mu ?

Ey yolcu, uyan ! Yoksa çıkarsın ki sabaha:
Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vaha !

M.AKİF ERSOY (Safahat adlı eserinden)

Herkese sevgiler gönderiyorum..

19 Kasım 2009

Ankara'da bir sonbahar & Sonbaharda Ankara..

"Ey zaman tanrısı! Acı bize..."                    

Ankara'ya son­bahar, at kestaneleriyle ge­lir bulvar kal­dırımlarında...

O sonbahar, tank paletleriyle gelmişti.

Giderek büyüyen korkunç bir uğultu ve uygun adım koşuştu­ran postal sesleri, bir Eylül sabahı alacaka­ranlıkta teslim aldı şehri...

Uyandığımızda fı­rınların önü kuyruktu ve üniversiteliler ba­şucu kitaplarıyla isyana çağıran dergileri ya­kıyorlardı hela taşlarında... O dergiler ki "oligarşinin mevcut krizi çözmek için silahlı müdahaleden gayrı yolunun kalmadığını" yazıp duruyorlardı nicedir...

Çok geçmedi, yine aynı sonbaharın serin alacakaranlığında cezaevi avluları "Katil oli­garşi... Kahrolsun faşizm" sloganlarıyla çın­ladı... ve sözler bitmeden tekmeledi cellatlar darağacının taburelerini...idam edilebilsin diye yaşı küçültülmüş fidanların boyunları kırıldı birer birer, darbenin kırdığı kalemle­rin buyruğuyla...

* * *

Ve sen ey zaman tanrısı;

...sen ne kudretlisin ki bize tez elden gös­terdin, hiçbir süngünün bir saati durdurma­ya gücünün yetmeyeceğini...

Bir baktık ki; hükümranlığında çıplak ka­dınların resmedildiği tabloları emirle sergi­lerden kaldırtan paşamız, şimdi nü resimler boyadığı Marmaris'te, nesli tükenen kap­lumbağalar ve sağlığı bozulan Cumhurbaş­kanları için dualar ediyor. 17 yıl önce "başı­mızdan eksik etmek için" sürgünlere yolla­dığı Demirel'e, "Allah sizi başımızdan eksik etmesin" diye mesajlar gönderiyor.

Darbenin devirdiği "kare ası"ndan Demirel Cumhurbaşkanı, Ecevit Başbakan yardımcısı, Erbakan ana muhalefet lideri, Türkeş "merhum büyük devlet adamı" olduktan sonra Evren'e hayır duaları etmek kalıyor.

Ve "Zaman tanrısı", bugünden düne öpü­cük yollarken son buseyi eski İçişleri Bakanı Meral Akşener'in dudaklarına konduruyor:

"Dev-Sol haklıymış" diyor Akşener, düne kadar yok etmek için savaştığı bir örgütün teşhisini doğrulayarak: "...Türkiye'de ger­çekten de elitist oligarşik bir dikta yönetimi var. Hükümet, bu diktanın sopasıdır."

Çiller'in deyimiyle "son komünist devlet" olan Türk devletinin "son komünist bakanı" Akşener, 17 yıl önce hela taşlarında yakılmış teşhisleri keşfediyor. Bu sözleri söyledi diye boynuna yağlı urgan dolanmış delikanlıların itibarlarını iade ediyor.

Acaba "oligarşik devlet" tezinin sahipleri, şimdi bu gecikmiş teşhisin tedavisine ilişkin görüşlerini de Akşener'e fakslarlar mı? Ak­şener, "Oligarşik diktaya karşı yegâne müca­dele yönteminin silahlı direniş olduğu" gö­rüşüne de katılır mı? Çiller Akşener ikilisi Yeniköy'deki hücre evinden. Tarabya sırtla­rına çıkıp kırdan kente doğru "oligarşinin sopası/brifing cuntası"na karşı silahlı müca­deleyi başlatır mı?

Bunları sormak için Dev-Sol'cu arkadaşla­rı arayacaktım. Ancak sonra günlerden Cu­ma olduğunu farkedip vazgeçtim. Çünkü ge­çenlerde gazetelerde gördüğüm bir fotoğ­rafta Dev-Sol'cular bir camide dizlerini kır­mış, ölen bir yoldaşları için Cuma namazı kılıyorlardı. Akşener, oligarşiyi keşfederken, Dev-Sol, "halkın değeriyle barışma"yı deni­yordu.

* * *

Ankara'ya bu sonbahar, bulvarda at kestaneleriyle geldi.

...bir de benzersiz ibret dersleriyle...

Ve sen ey zaman tanrısı;

...sen ne kudretlisin ki, devrilmiş liderleri kahraman, onları devirenleri duahan yaptın. Lanetlenmiş sloganlarımızı, onları lanetleyenlere söylettin. Asılmış gençlerimiz birer film yıldızı bugün... yakılmış kitaplarımız best-seller...

Yeter artık; acı bize..!

Oynama bizimle..!

CAN DÜNDAR





ANKARA’YA SONBAHAR GELİR…

Ankara’ya sonbahar gelir ki görmelisiniz… Ömrünüzün bir yerinde, sonbaharların birinde birkaç günü Ankara’da geçirmeden “bir hayat yaşadım” demeniz hayata büyük haksızlık. Öyle gelir Ankara’ya sonbahar…

Gri, renksiz sandığımız sokaklar öyle renklere boyanır, yürürken bir tablonun içinden geçiyorum sanırsınız. Adımlarınız bir tuvale basar gibi olur ya da..

Sarıdan yeşile, pembeden kırmızıya tüm renkler, ağaçtan önce dalda, daldan önce yapraktadır. Şaşkına dönersiniz..

Ankara’ya sonbahar öyle bir gelir ki yüreğinize mi çarpar önce, gözünüze mi çarpar bilemezsiniz…

Ankara’da aşk mevsimi ilkbahar değildir, aşk sonbaharla gelir. Sevgiliye daha bir sokulmak için hafif bir rüzgar, incecik bir soğuk süzülür içinize.. Bir tuzak gibidir sevgiliyi akla düşürmek için Ankara’da sonbahar.

Sokak sokak, Bahçelievler’den Yüksel Caddesi’ne, Tunalı’dan Cinnah’a sarı sarı şehre karışır hayat. Sarı sarı hayat soluklanır her köşede.

İşte o zaman anlarsınız tüm gri anılar sarıdır. Ankara bir sarışındır aslında. Öyle şuh türünden değil, masum, sessiz ve sakin bir sarışın…

Bir tepeye, bir yükseltiye çıkmalıdır hemen. Vakit yitirmeden. Bir dakikasını, bir saniyesini kaybetmek olmaz. Sonbaharda bakınca bir tepeden neden şairler Ankara’dan çıkar anlarsınız.. Tablosunda sarı kullanmayan ressam bilirsiniz ki Ankara’dan geçmemiştir.

Ankara’da sonbahar baştan çıkarıcıdır. Kendinizi sürüklenirken bulursunuz sonbaharın içinden geçerken.. Sürüklenirsiniz ya sokağa ya da sevgilinizin kollarına…

Fark edersiniz yanı başınızda durduğunu ağaçların. Anlatsanız dinleyecektir sizi, dinleseniz anlatacaktır sanki o sessizce boynunu bükmüş ağaçlar…

Ankara’da sonbahar başka türlüdür. Sarhoş eder insanı. Renkten sarhoş eder, hüzünden sarhoş eder… Bıraksa gitmek istersiniz… Bırakmaz. Gitseniz sarısı sizi geriye çağırır.

Öyle bir kendinden geçme halidir ki bu, tüm eski sevgililerinizi aramak istersiniz bir bir. Tüm dostlarınız “hadi gel kafa çekelim” mesafesinde olsun istersiniz.

Bir sonbaharda Ankara’da ellerinizi cebinize sokarak ve yanında şımarıkça gülümseyerek ve hiç konuşmayarak onunla yürümek istersiniz… Hangi sokağa girdiğinizi bilmeden ve düşünmeden hiç… Ayaklarınıza sarı yapraklar bulaşarak ve kulağınıza yaprak çıtırtıları dolarak… Öylesine yürümek… Ankara’da… Sonbahar’da… Yapmazsanız eksik kalır hayat…

NURAN YILDIZ

/*/*/*/*/

Adım Sonbahar

nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır
oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar

Attila İlhan

11 Kasım 2009

Aldatmanın tek gerekçesi var; Sahip olma duygusu..



"Farkettiniz mi bilmem, (..)" diyerek başlıyor, Sevgili Hocam Nuran YILDIZ "Seni Aldatıyorum Çünkü..." başlıklı yazısına..
Farketmemizi sorduğu şey, gazete, köşe yazıları, kitap ve tv dizilerinde çok sıkça yer alan aldatma öyküleri..
Magazin sayfalarında zaten, aldatma haberi dışında hiç bir şey bulamazsınız..
Tv dizilerinin de aynı şekilde olduğunu ve "bu dizilerin konusundan aldatma çıkarıldığında, geriye anlamsız bir oyuncu yığını kalır" gibi çok önemli ve doğru bir tespit yapıyor, Nuran Hocam..
Burada şunu da, belirtmem gerekir ki; Hocamızın bu tespiti  yapmasının nedeni, tespitteki olgunun doğru veya yanlış, halka yararlı veya zararlı olmasından ziyade, bir iletişimcinin yapması gerekeni yapıp, sonucu ortaya koymak.
Nuran Hocam, bir de kitaptan bahsetmiş bu yazısında..
”Aldatmanın kitabı” diye bahsettiği kitabın adını vermemiş ve bu kadarla yetinmiş..
Kitabı henüz okumadığını, sadece basında yer alan haberlerini okuduğundan bahisle, yazarın kitapla ilgili görüşlerini belirtmiş yazısında..

Kitabın yazarı, aldatmanın nedenlerini anlattığı kitaptaki görüşlerini, özetle şöyle anlatmış, basında çıkan haberde;
Erkekler, nedenlerinden biri olarak, "özsaygılarının azalması" sonucunda aldatırlarmış. (Acaba, özsaygıları aldattıktan sonra zirveye mi çıkmış..? Bunu nasıl ölçmüşler..? Çok merak ettim, doğrusu..)
Eğer, erkeğin özsaygısı yerinde fakat yine aldatıyorsa, "yeni limanlara açılmak, geçici bir güven duygusu verdiği için" gibi bir nedene sığınabiliyor. (Aldatmak, nasıl bir güven duygusu veriyor acaba..? Bunu da çok merak ediyorum..)
Bunların hiç birisi, o erkek için gerekçe değilse, kesin olarak "ailesininin geçmişinde olduğundan" dolayı aldatıyormuş..
Yani, aldatan atalarının genleri taşınıp geldiği için aldatabiliyormuş.. (Buna ben de inanabilirim.. Ama, artık çözümü var..! Gen mühendisleri..!! Ne duruyorsunuz, temizleyin şu aldatma genlerini de, kurtulsun herkes..)

Kadınların nedenlerini de anlatıyor, kitabın yazarı, basında yer alan haberinde;
Kadınların, daha sıradan nedenlerle aldattıklarını savunuyor ve kadınların özsaygısını onarmak için, ya eşinden intikam almak için aldatırlarmış kadınlar.. Yahut da babaları sorunlu ise aldatırlarmış.. (Şimdi burada ne demek lazım bilemedim, ama “Portakal, orda kal” demek istiyorum. Yazarın burada, erkeklerin aldatmalarının “önemli” nedenlere dayandığını, kadınların ise sıradan nedenlerle aldattığını savunuyor. Bu durum çok önemli bir tespit. Bu görüşe ben katılmasam da..)

Nuran Hocam ise bu görüşleri derinlemesine sorguluyor ve bu sorgulamadan şöyle soru ve sonuç çıkarımları yapıyor yazısında..
"Peki o zaman yalnızca oyun için, canı istediği için, keyif için, yan yollara öylesine sapmak için aldatmalara ne diyeceksiniz?" diye soruyor yazara ve kendi okurlarına..
Bu sorgulamayı da, yazarın tüm gerekçelerinin geçerli olduğunu ve bunları kabul edilir bulunduğunu varsayarak yapıyor..
Ayrıca, bu gerekçelerin modasının geçmiş olduğunu farzederek ve aynı zamanda, kendisinin yeni çıkaracağı "Aşk Yüzyılı Bitti" kitabı için yaptığı onca araştırma, analiz ve gözlemlerini bir kenara bırakıp soruyor bu soruyu..

Lafı fazla dolandırmadan da, kendi gerekçesini sunuyor, Nuran Hocam..
Aldatma gerekçelerinin en önemlisinin, her koşulda güdülendirilen "sahip olma" duygusunun olduğunu belirtiyor..
Bu gerekçenin, diğer tüm gerekçelere baskın olduğunu söylüyor..
Ve buna da çok anlaşılır bir örnek veriyor..
Diğer tüm kokuları bastıran "sarımsak kokusu" gibi..

Kadın erkek ilişkilerini de, ekonomik ilişkilere benzeterek, ekonomistlerin savundukları; "Bugünkü ekonomik krizin temel nedeni, üretim ile tüketim arasındaki ‘rasyonel bağ’ın kopmasıdır" görüşüne, ithafta bulunuyor..
Ekonomistlerin söylediği "rasyonel bağın kopması" ise, gerekçelerin ortadan kalkması olduğu ve sadece "eylem"in ortada kalması ve önem kazanması olarak ilişkilendirmiş oluyor, konuları birbirine.
Yani, aynen ekonomide olduğu gibi "sadece tüketmeye koşullandırılmış kadınlar ve erkekler için, aldatma ahlaki bir sorun olmaktan çıkıyor."
Ve sadece bir “eylem” olarak kalıyor.

İlişkilerdeki benzetmeler de çarpıcı  ve şak diye çarpıyor yüzümüze..
Örneğin, gardırobunda bir elbiseye sahipken, bir tane daha elbise almak gibi olduğunu söylüyor, başka bir kadına veya erkeğe gitmenin..
Sadece, içimizdeki ses "al" dediği için, elbise aldığımız gibi, içimizdeki ses "başka bir kadın veya erkek" istediği için, aldatıyormuşuz.

Yazıda, aldatılan kişinin uğradığı haksızlık ve ahlaksızlık karşısında aldığı tavır ve o andaki şaşkınlığın nedeni olarak da, bu yaşadığı sadakat kavramının yok oluşuyla karşılamanın verdiği şaşkınlık olarak, vurgu yapılıyor..
Aldatılan kişinin yaptığı bu sorgulamaya, gerekçe olarak verilen yanıt ise, sonucu kesin olarak ortaya çıkarıyor..

"Seni aldatıyorum çünkü (..)"
"Çünkü, içimdeki sesi dinliyorum. İçimdeki ses, dışımdaki seslerin "al" talimatına uyuyor."
Bu yanıtın anlattığı durum ise, dışımızdaki tüm sesler süreksizlik, bağlantısızlık ve güvensizlik ürettiğinden, bu seslere uymaktan başka çarenin kalmadığını vurguluyor..
"Seni aldatıyorum çünkü (...)  Çünküsü falan yok." diyerek sonucu açıklıyor..
"Sonuç, aldatılmayı göze almadan, hiçbir sadakat ilişkisine girilemez artık, üzgünüm." diyerek de son noktayı koymuş oluyor..

Şimdi durumu böylece kavradıktan sonra, yani kadın erkek ilişkisinde gelinen son durumu ortaya çıkardıktan sonra, sıra geldi ne yapılabilirin cevabını bulmaya..
Sevgili Nuran Hocam, bundan böyle bir ilişkiye girecekseniz, aldatılmayı göze almalısınız, diyor..
Yani, aldatmazsa ne ala, şanslısınız demek istiyor, anladığım kadarıyla..
Fakat benim, bu konuda bir çözüm önerim var.
Bu çözümü, 12 Mayıs 2009 tarihli ve "Eşinizin sizi aldatmasını önlemenin tek yolu." başlıklı yazımda anlatmıştım..
Kendi çapında epey bir tartışma yaratan ve ses getiren bu yazımda, tek çözümün yasalarımızı değiştirmek olduğunu vurgulamıştım...
Bu yasa değişikliğinde, kadınlar ile erkekler arasındaki eşitsiliğin kaldırılması ve "Aldatılan eşe de, yasal olarak aldatma hakkı." diye özetleyebileceğim bir madde konması..
Böylece, aldatmaya meyilli olan eşin bu düşüncesini bastırma ve frenlemesi sağlanabilir.
Böyle bir yasal değişiklik yapılana kadar da, kadın ve erkek arasında bir sözleşme ile yasalarda yapılmasını önerdiğimiz "aldatma hakkı"nın sözleşmeye yazılarak elde edilmesi ve eşlerin bir birine sadakatleri için bir güvenceye kavuşabileceklerini önermiştim..


Bu görüş ve önerilerim halen geçerliliğini korumaktadır.
Çözüm olarak ya benim önerdiğim yol denenecek, veya kader kısmet deyip, şansınızı deneyeceksiniz.
Tercih sizin..!

Sevgilerimle..

Resim: aldatmıyorum ki..

10 Kasım 2009

SONSUZA KADAR BİZİMLESİN...



Atam..! 
Seni Unutmadık.. 
Unutmayacağız..
Ve Unutturmayacağız..


---------------------

Bir Başbakanın ağzından Ulu Önderimiz Atatürk için söylenen sözler;

Sizlere şunu söyleyeyim ki, ben Atatürk’e sekreter olmak isterdim. Sebebi de, O’nun her akşam sofrasında bulunup yüksek fikirleriyle beslenmek dileğinde oluşumdur.

1933, Edward Herriot, Fransa Başbakanı

........................................

Şu satırlar da, denize dökülen bir işgalci devletin Başbakanı’nın, denize döküldükten 12 yıl sonra onun için Nobel teklif yazısıdır;

Norveç Nobel Komitesi Başkanlığı’na;

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla bölgedeki istikrarsız durum sona ermiştir. Teokratik bir rejimle yaşayan, din ve hukuk kavramlarının birbirine karıştığı, çökme sürecindeki bir İmparatorluğun yerini, güç ve hayat dolu, modern ve milli bir devlet almıştır. Barış dünyasına bu değerli katkı, Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa sayesinde yapılabilmiştir. Bu nedenle, Yunanistan Hükümeti Başbakanı sıfatıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın Nobel Barış Ödülü’ne adaylığını takdim etmekten şeref duymaktayım.


12.1.1934, Venizelos, Yunanistan Başbakanı

 -----------------------------------------------

Atam..! 
Seni Özlemle Anıyoruz ..
Ruhun Şad Olsun..


LÜTFEN BU YAZIYI OKUYUN..

REKTÖRDEN ATA'YA İLGİNÇ MEKTUP

Sevgilerimle...

30 Ekim 2009

Korkularının nedeni, Onun dirilişi mi..?


Sizler de görüp, izlemişsinizdir tv'de..
Denizli'deki Cumhuriyet törenlerinde meydana gelen olayları..
Atatürkçü Düşünce Derneği üyelerinin kutlama törenlerine katılmasını engellediler..
Engellemekle kalmayıp, yerlerde sürükleyerek, emniyete götürüldüler..
Neden..?
Bunu yapmalarındaki sebep nedir..?
Acaba, korku mudur, bunu yaptıran..?

Evet, korkuyorlar..!!
Hem de çok korkuyorlar..!!
Hatta tek korkuları var..
Bir tek..!!
Sadece O'ndan..!
Başkasından değil..!

Korktukları gayet apaçık değil mi..?
Seksenaltı senedir bu böyle..
O zaman dedeleri korkuyordu..
Şimdi ise, torunlarında korkmak sırası..

Nerdeyse her kurumu ele geçirdiler..
Ama, halen korkuyor ve kafalarında bir "acaba" sorusu yiyip bitiriyor benliklerini..
Hemen hemen tüm dünya destekliyor onları..
Fakat, bir türlü yenemiyorlar korkularını..

Peki, bu korkunun sebebi yersiz mi..?
Asla yersiz değil..
Çok iyi biliyorlar ki; Zira, Atatürk bu Cumhuriyeti kurarken, ülkenin temellerini atarken, öyle baştan savma bir şekilde yapmadı..
O kahraman insan, aynı zamanda çok büyük bir düşünürdü..
Ülkenin temellerini atarken, en ufak bir hataya meydan vermeden, her şeyi sistemli bir şekilde, akla, mantığa ve bilime dayanarak, bunların yanında milletleri millet yapan değerleri de ihmal etmeden, her alanda tam anlamıyla devrim yaparak, gelecek nesillerin de geliştirmesine imkan tanıyarak, yarattı bu Cumhuriyet Türkiyesini..

Evet, biliyorlar..
Tüm bunları gayet iyi bildiklerinden, bu kadar çok korkuyorlar..
Çünkü, bu iktidarları çok uzun sürmeyecek ve sonunda başlarına gelecek olanı da, çok iyi tahmin ediyorlar..
Tüm korkuları, bir zaman sonra halkın uyanıp gerçekleri görmesinden..
Bütün korkuları, Atatürk düşünce sistemine sahip kitlelerin, devrimcilerin halkı aydınlatmasından..
Açıkçası, halktan, halkın tepkisinden korkuyorlar..

İşte bu nedenledir ki, Atatürk posteri taşıyan, Atatürk'ün adını haykırarak gösterilere katılanlara tahammül edemiyorlar..
Esnaf dernekleri, meyve-sebze satıcıları geçit törenine katılabilirken, Atatürkçü Düşünce Dernekleri veya biraysel olarak bu düşünceleri seslendiren halkı, bu törenlere sokmuyorlar..
Katılmak için direnenleri ise, polis gücü ile araçlara doldurup emniyete götürerek, bu düşünce sahiplerine baskı uygulayıp, sindirmeye çalışıyorlar..


Bu bayram Cumhuriyet Bayramı değil mi..?
Bu bayram Cumhurun bayramı değil mi..?
Cumhur olarak sadece kendi seçtikleri, kendilerinin beğendikleri mi olacak..?
Bu bayram tüm halkın bayramı..
Atatürk döneminde ki kutlamalarda, her isteyen vatandaş tören alanındaki yürüyüşe katılabiliyordu..

İçim acıdı o sahneleri gördüğümde..
Ama, dedim ki, "Yapın bakalım, yapabildiğiniz kadar.. Hatta daha bile fazlasını da yapabilirsiniz.. Bu yaptıklarınızla, bu baskılarla bizi yıldırabileceğinizi düşünüysanız, işte o andır, sizin bittiğiniz an.."
Gerçekten de, orada sürüklenerek götürülen, kadın-erkek, genç-yaşlı, herkes sanki benim gibi düşünüyordu..
Alınıp götürülmeyen insanlar, "Bizi de alın, bizi de götürün.." diye hep bir ağızdan haykırıyordu..

Bu olanlardan anladığım, uzunca bir süredir, yapılan baskılar ve uyutma taktikleri sonucunda, sessiz kalan Atatürkçü kitle, nihayet bu sessizliğini bozmaya ve sesini duyurmaya karar verdi..
Atatürk'ün ruhu uyuyan kitleyi ayağa kaldırmayı başardı, diye düşünüyorum..

Sevgilerimle..

28 Ekim 2009

KUTLU OLSUN BAYRAMIMIZ..



Ahhhh..!! Sevgili Atam.. Ahh..!!
Bu sene de, kutluyoruz, 86. yılını..
Kurduğun Cumhuriyetimizin..
Ama, buruk bir kutlama..
Her sene, daha da artan bir buruklukla..
Artık, yavaş yavaş umudumu kaybediyorum..
Acaba, seneye kutlayabilecekmiyiz, 87'yi..?
Ya da, 88'i bir sonraki sene..?

Sevgili Atam,
Bu Cumhuriyeti kurarken ve devrimlerini hayata geçirirken, sana karşı çıkıp, engellemeye çalışanların torunları, senin yokluğunda, bu defa başarmak üzereler..
Yıkmak, parçalamak ve emperyal güçlere yem etmek üzereler..
Kurtardığın yurdumuzu ve kurduğun Cumhuriyetimizi..

Eserlerini emanet ettiğin bu gençlik, görevini yerine getiremedi Atam..
Sana verdiği sözleri tutmadı bu gençlik, Atam..
Kurduğun her şeyi yerle bir etmek üzereler, o zamanki hainlerin, şimdi beyinleri tamamen yıkanmış torunları..
Ülkeyi karanlıklara boğmak, kan gölüne çevirmek üzereler Atam..

Elbette, tamamen yıkamazlar, yıkamayacaklar..
Buna izin vermeyecek bir avuç kişi de kalsak, senin ilkelerini ve kurduğun Cumhuriyeti savunmaya devam edeceğiz..
Bunun için, gerekirse tek bir kişi de kalsak, bu tek bir kişinin kanının son damlası tükenene kadar mücadele edeceğiz..
Yapacağımız mücadelede, onlar gibi korkak ve sinsi olmayacağız..
Yapacaklarımızı gür sesimizle haykırarak, korkmadan, söyleyerek yapacağız..
Çünkü, biz halkımızı seviyoruz, ayırım gözetmeden..
Tıpkı senin yaptığın gibi..

Bu halkı sevip, halka güvenerek, halk için kurdun bu Cumhuriyeti..
Bizlere ne güzel bir ülke ve Cumhuriyet armagan ettin..
Nur içinde yat, Sevgili Atam..

KUTLU OLSUN 86. YILI, EBEDİYEN YAŞAYACAK CUMHURİYETİMİZİN..

Arzu BREDA

17 Ekim 2009

Hangisi ceza..? Ödenen üç kuruş mu, yatılan üç yıl mı, ömür boyu süren mi..?



Murat, polisin siren sesini duyup, yavaşlamadan önce, gözü hız göstergesine gitti. Hız limitinin 80 kilometre olduğu yerde, 120 kilometrenin üzerinde bir hız ile gidiyordu. Son dört ay içerisinde,  dördüncü defa polis tarafından durduruluyordu. "Bir insan, nasıl bu kadar şanssız olabilir..?" diye düşündü ve arabasını sağa çekti. "İnşallah, şu anda yanımızdan daha hızlı bir araba geçer." diye aklından geçirdi. O zaman polis, belki daha hızlı aracın peşine düşer ve kendisi kurtulabilir, şeklinde bir senaryo hayal etmişti. Fakat, bu düşünce ve hayali, ne yazık ki gerçekleşmeyecek gibi görünüyordu.

Polis, elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi. Murat, biraz uzak olmasına rağmen, polisi tanımıştı.. "Hilmi... Bu polis, gitiği kahvehanedeki Hilmi değil mi?" sorusu geçti aklından.. Gördüğü kişiyi, hafızasında sorguladı bir an.. İyice arabasının koltuğuna sindi. Bu karşılaştığı durum, bir cezadan daha kötüydü. Oturduğu semtin kahvehanesinden tanıdığı ve samimi oldukları bir polis, arkadaş olduğuna bakmaksızın, birini durduruyordu. Hem de,  hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal ettiği için.

Murat, yavaşça arabasından indi ve Hilmi'nin yanına gelmesini bekledi.. Hilmi yanına geldiğinde, yüzünde acı bir tebessümle; "Merhaba Hilmi. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz, bu şekilde bir karşılaşma, çok ilginç." dedi.. Hilmi ise, onun bu sitemkar sözlerine aldırış etmeden, kararlı ve normal bir ses tonu ile; "Merhaba Murat." demekle yetindi..

Hilmi gülümsemiyordu. Murat ise, yine aynı tavırla; "Beni, karım ve çocuklarımı görmek için, eve giderken yakaladın." dedi.. Hilmi, ''Evet,  öyle..!!" demekle yetindi.. Hilmi, umursamaz görünüyordu. Yüz ifadesinden, ne düşündüğünü anlamak mümkün değil, Murat'ın sözlerine kısa ve kestirme cevaplar vermeyi tercih ediyordu.. Kısa bir süre daha öylece durdular.. Hilmi, sakin bir şekilde, durduğu yerden, arabanın orasına burasına gözucuyla bakıyordu.. Bakıyormuş gibi yapıyordu.. Aslında, Murat'ın konuşmasını bekliyordu.. Bakalım neler söyleyecek, ne gibi mazeretler ileri sürecek diye.. Murat ise, onun kendisine karşı bu tutumuna, içten içe kızıyor ve biraz daha dostça ve yumuşak bir tavır beklentisi içinde, Hilmi'yi süzüyordu..

Bu kısa sessizliğin ardından, Murat; "Son günlerde, eve hep çok geç geldim. Çocuklarım beni uzun süredir hiç görmedi. Ayrıca, Hülya bana bu akşam; balık ve güzel mezeler hazırladığını, söyledi. Ne demek istediğimi anlıyor musun?" diyerek, arkadaşına biraz anlayışlı olması gerektiğini, en azından bu defalık, ailesi için kendisini daha makul görmesini, sağlattıracağını düşündü.. Bu cümleleri kurarken.. Arkadaşı Hilmi ise, onun bu sözlerinin ne anlama geldiğini çok iyi biliyor ve yine umursamaz tavrını sürdürerek; "Evet, ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca, trafik kurallarını ihlal ettiğini de, biliyorum." diye kesin bir cevapla, Murat'ın niyetini anladığını ve bu sözlerin boşuna olduğunu arkadaşına hissettirdi..

Murat, artık durumun sandığından kötüye gitmekte olduğunu farkedip; "Eyvah! Bu taktik fazla işe yaramayacak gibi. Başka bir şeyler denemek gerekli" diye düşündü ve farklı bir tutum izlemeye karar verdi. "Beni kaç ile giderken yakaladın?" sorusu ile fazla hızlı gitmediğini, arkadaşına ima yollu hissettirerek, hızını inkar etme yoluna başvurdu, bu defa.. Hilmi, bu soruya cevap verirken, diğer yandan da arkadaşına; "120 ile. Lütfen, arabana girer misin?" diyerek, arbasına binmesini işaret etti.. Murat, halen arkadaşının davranışlarına anlam verememekte ve kendi bildiği yoldan ilerlemek kararındadır. "Bak  Hilmi, bir dakika beni dinle. Seni gördüğüm anda göstergeye baktım. Sadece 90 kilometreyle gidiyordum." diyerek, hızının fazla olmadığında ısrarını sürdürmekte kararlı görünüyordu.. Hilmi ise, artık onun söylediklerini hiç duymuyor ve az önceki sözlerini bu kez biraz daha yüksek sesle tekrarlıyor; "Lütfen Murat, arabana gir" diyerek, sözün bittiğini belirtiyordu..

Murat, canı sıkkın bir şekilde arabasına girip, kapıyı da çarparak kapattı. Hilmi ise, bu sırada, not defterine bir şeyler yazıyordu. Murat, olanları düşünüyor, fakat bir anlam çıkaramıyordu. Niye, niçin ve neden ile başlayan sorularına, bir türlü cevap bulamıyor, anlamlı yanıtlara ulaşamıyordu. "Hilmi, niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatımı istemiyor ki" diye düşünüyordu. Ne olursa olsun, bundan sonra kahvehanede bu adama rastlayıp, selamlaşmak zorunda kalmaktansa, bir süre kahvehaneye gitmeyecekti. Hilmi'yi okey listesinden, kesin çıkarmalıydı.

Murat bu düşünceler içindeyken, Hilmi de, not defterine yazacaklarını bitirmiş ve arabanın kapısını tıklatıyordu. Murat, arabanın penceresini beş-altı santim kadar açtı. Hilmi de, pencerenin aralığından, biraz önce yazmış olduğu notu Murat'a uzattı ve oradan hemen uzaklaştı. Murat ise, katlanmış kağıda bakarak; "Ceza değil bu" diye, kendi kendine söylendi. Bir anda sevinmişti, Murat. En azından, ceza yazmamıştı, arkadaşı Hilmi.. Diğer yandan da, bu karşılaşmada oluşan, olumsuz durumun sona ermesi, Murat'ı bir nebze olsun rahatlatmıştı..

Murat, katlanmış kağıdı açtı.. Hilmi, kağıda şunları yazmıştı: "Sevgili Murat, benim bir kızım vardı. Kızım, altı yaşındayken, çok hızlı araba kullanan biri, çarparak öldürdü. Bu kazadan dolayı, adam üç yıl ceza aldı. 3 yılın sonunda, adam hapishaneden çıkınca, kendi çocuklarına istediği gibi sarılıp, öpüp, onları tekrar koklayabildi. Ama ben... Benim kızımı tekrar koklayabilip, öpebilmem imkansız.. Bu durumda bin yıl acı çeksem dahi, onu koklayamam. Belki öbür dünyada buluşabiliriz diye, ümit etmekten başka, elimden bir şey gelmiyor.. Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kere de başardığımı zannettim. Belki başarmışımdır ama, halen kızımı düşünüyorum. Lütfen, benim için dua et ve dikkat et, sevgili Murat, elimde bir tek oğlum kaldı..."

Murat, okuduklarının etkisiyle, uzunca bir süre yerinden hiç kıpırdamadan, arabanın içinde oturup bekledi.. Düşündü..  Arkadaşının yazdıklarını, onun bunları yazarken neler hissetiğini, duygularını düşündü.. Bedeninde hiç bir hareket emaresi yoktu ama, beynindeki hücreler hareket halindeydiler.. Uzunca bir süre arkadaşının bu duygularını, bu duygu ve acı ile nasıl başettiğini düşündü.. Onun hissettiklerini tahlile çalıştı.. Kendi çocuklarını düşündü, kendisi ile onun hislerini karşılatırmaya çalıştı.. Çocukları aklına gelince, toparlanıp gitmesi gerektiğini düşündü.. Epey gecikmişti ve kimbilir ne kadar merak içindeydiler, karısı ve çocukları.. Çocuklarını düşünmek, onun biraz kendine gelmesini ve toparlanmasını sağlamıştı..

Bu defa, çok ama çok yavaş bir hızla evine gitti. Evine varınca, çocuklarına ve karısına sıkıca sarıldı. Gözleri buğulandı, Hilmi'nin yazdıkları, gözlerinde canlandı tekrar ve gözlerinden akan damlalar, çocuklarının omuzlarına düştü..

Şimdi, arkadaşını ve onun kendisine karşı, o an ki tavrını daha iyi anlayabiliyordu.

EkleBunu Sosyal Paylaşım Butonu