29 Nisan 2009

18+ değilsen, asla sokağa çıkamazsın...

İki kafadar, metrodan indikten sonra şöyle bir etrafına bakındılar. Sonra, ne yapacaklarına karar vermek için, “N’apıyoruz?” anlamına gelen el hareketiyle birlikte, birbirlerine baktılar. Yaşça biraz büyük görünen, diğerine “Haydi kanka, şu ilerdeki marketin yanından ara sokağa girelim. Orası daha kestirme. Caddeden gidersek enselenebiliriz.” demesiyle, adımlarını daha hızlandırarak yürümeye başladılar.
Caddenin kenarından bir taraftan hızlı hızlı yürüyor, diğer taraftan da etrafı gözlüyorlardı. Markete yaklaşmışlardı ki, tam o esnada marketin köşesinde iki polisin durduğunu fark ettiler. Aynı anda, polisler de onları fark etmiş ve onlara doğru da bir hamle yapmak için hareketlenmişlerdi. Kafadarların artık geri dönüşleri yoktu. Kaçsalar, başlarına daha kötü şeylerin gelmesi olasıydı. Bu nedenle, eğer polislerden herhangi bir uyarı gelmediği takdirde, aynı hızla polislerin yanından geçip gitmenin daha iyi olacağını düşündüler.
Tam polislerin yanına vardıklarında, polislerden birinin, “Durun bakalım!.. Kimliklerinizi çıkarın!..” demesiyle, birbirlerine bakıp, “Eyvah!.. Şimdi yandık işte!..” gibisinden kafalarını sallayıp, kimliklerini çıkarıp, uzattılar. Polislerden biri kimliklere baktıktan sonra, “Saatin kaç olduğundan haberiniz yok mu?.. Bu saatte niye sokaktasınız?..” derken, aynı zamanda da, arkadaşına telsizi gösterip, emniyete bilgi vermesini işaret etti. Diğer polis de, telsizle emniyete bilgisini verdikten sonra, “Şimdi araç burada olur, siz burada bekleyin” diyerek, gençlerin kenarda durmasını işaret etti. Bir süre sonra, polis aracı gelip yanlarında durur. Gençleri polis aracına binmelerini söylerler.
Emniyet de gerekli sorgu ve diğer yasal işlemler yapılırken, her ikisinin de anne ve babaları içeriye girer.
Şimdi bundan sonra yaşanacakları bir tarafa bırakıp, yukarıda geçen olayın nerede, ne zaman, neden olduğuna bir bakalım. Önce şunu belirtmeliyim; Bu olay yaşanması muhtemel bir olay. Yani gerçekleşen bir olay değildir. Böyle bir olayın yaşanması olası olan yer de, Rusya. Peki, Rusya’da neden böyle bir olayın yaşanması olası derseniz; Bunun nedeni, Rusya’da yeni yürürlüğe konulan bir yasa.
Yürürlüğe giren bu yasaya göre, 18 yaşından küçüklerin tek başlarına belirli yerlere girmesi yasaklanıyor. Yapılan açıklamada, “Saat 22:00 ile 06:00 arasındaki saatlerde, 18 yaşından küçüklerin, yanlarında bir yetişkin olmadan sokaklarda dolaşması, stadyuma, parklara, meydanlara, internet kafelere gitmeleri ve toplu ulaşım araçlarına binmeleri yasaklanıyor.” denildi.
Rusya bu yasayı konuşuyor çocuk haklarıyla ilgili olan bu yasa aynı zamanda Rus velilere de yaptırımlar uygulaması gündemde.
Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev, 18 yaşından küçük çocukların saat 22.00'den sonra evden yanlarında bir yetişkin olmadan tek başlarına çıkmasını yasaklayan yasa tasarısını onayladı.

Çocuk haklarıyla ilgili yasaya göre, 18 yaşından küçüklerin gece kulüplerine, barlara, restoranlara ve içki satılan diğer yerlerin yanı sıra cinsel içerikli yerlere girişi de yasaklanıyor. Yasa yetkililere, çocukların "fiziksel, ruh ve ahlaki gelişimini olumsuz etkileyecek yerlerin" tespitini yapma imkanını da sağlıyor.

Polis, yasanın, evsiz çocukların tespit edilerek, ya ailelerine teslim edilme, ya da çocuk yuvalarına yerleştirilmelerine yardımcı olacağını açıkladı.

Rusya'daki çocuk hakları örgütleriyse yasayı, çocukların haklarını ve özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle eleştiriyorlar.

Yasada ayrıca, 18 yaşından küçük çocuklarını 22.00'den sonra evde tutamayan ebeveynlere ceza verilmesi öngörülüyor.

24 Nisan 2009

Anahtar paspasın değil, çene kemiğinin altında!..

Size "ilginç" bir haber vereceğim. Okuduğumda bana ilginç geldiği için, bu kelimeyi kullandım. Bu haber, bu kelime kullanılmadan, yerine başka bir kelime ile de ifade edilebilirdi.

Haberi ilginç kılan, haberi okuduğunuzda sizin de farkedeceğiniz gibi; Haberde adı geçen Elif Ekin'in, ayağı takılarak, başını kapıya çarpması sonucu bayılmasının ardından, ayıldıktan sonra, başından akan bir miktar kanı önemsemediği bildiriliyor.

Aradan altı ay bir süre geçtikten sonra ise, başında ve yüzünde ağrılar hissetmesi ve çenesini açmakta zorlanmasıyla ortaya çıkan durum. Bana ilginç gelen de, "aradan altı ay geçtikten sonra ortaya çıkan" bu durum.

Kadının ayağı takılıp, kafasını dolabın kapısına çarptığında, dolabın "anahtarı" kadının kafasına saplanıyor. Kadın ayıldığında, kafasına saplanan bu dolap anahtarını farketmiyor. Sadece kafasından bir miktar kan aktığını ifade ediyor. Kafasına dolap anahtarının saplandığı ise, kadının başında ve yüzünde ağrılar başlayınca Aydın Devlet Hastahanesi'ne gitmesi ile ortaya çıkıyor.

Hastahanede yapılan muayene ve tomografi sonucunda başında bir metal cismin varlığı ortaya çıkıyor. Ardından kadın ameliyata alınıyor. Yapılan ameliyatta bir ilginç olay daha yaşanıyor. Tomografide görülen metal cisim, ameliyat sırasında bulunamıyor.

Ameliyat sonrasında başındaki cisim bulunamayan kadın, Aydın Devlet Hastahanesi'nden, Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne sevk ediliyor. Burada yapılan ameliyat sonucunda, kadının başındaki anahtar çıkarılıyor.

Ameliyat sonrasında, ADÜ Tıp Fakültesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Eray Copcu'nun yaptığı açıklamada; "Hastanın beynine çok yakın bir bölgeden çıkarılan metalin dolap anahtarı olduğu ve anahtarın bir yıl önce yaşanan çarpma sonucunda hastanın başına saplandığının belirlendiği ancak hastanın bunu fark etmediği anlaşılmıştır." diyor.

Ameliyatın ardından hastanın yüz ağrılarının bittiğini ve artık çenesini tam olarak açabildiğini söyleyen Copcu, ''Bu ameliyat bilimsel bir yayın olacak. Bilimsel yayınlarda olabildiğince resmi dil kullanmaya çalışırız ama bu sefer bilimsel yayınımızın adı 'Anahtar paspasın değil, çene kemiğinin altında' olacak'' diyerek, Tıp literatürüne yeni bir bilimsel yayın adı kazandırmış oldu.

Olayın "ilginç" tarafını ben çözemedim. Kadının başında metal bir cisim olduğu halde, bunu hissetmemiş olması, sizi bilmem ama bana ilginç geldi. Eğer anahtar paslanmaz çelik olsaydı, -genelde kapı anahtarları paslanmaz çelik oluyor- kadın ömür boyu o anahtarı başında taşıyacak ve hiç bir şey hissetmeyecekti.

Bu olaydan anladığım tek gerçek var. Allah'ın bize gönderdiği Kur'an'da defalarca vurguladığı, "düşünme yetisi" ve bu düşünmeyi sağlayan "insan beyninin", Yüce Yaratıcımız Allah tarafından nasıl bir kalkan ile korunduğu gerçeği.

Ancak, ne hazin ve yazık ki biz insanlar, Allah'ın bizlere bahşettiği bu değerli varlığı, Kur'an'da defalarca vurgulandığı şekliyle işletmiyoruz. Yani düşünmüyoruz.

Halbuki, Allah bizlere verdiği beyni, yani aklımızı işletmemizi öğütlüyor. Her işimizde, her fikir karşısında düşünmemizi ve aklımıza baş vurmamızı bildiriyor. Bunu bildirirken kendisinin ileri sürdüğü fikirler için dahi bunu yapmamızı bildiriyor. Körükörüne inanmak yerine, aklımızı kullanmamızı ve bu inancı akıl süzgeçinden geçirmemizi öğütlüyor.

O'nun yarattığı "insan" olmanın, gerçek insana ulaşmanın gereği de budur.

Diye, düşünüyorum...

18 Nisan 2009

AFFETMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ...

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: "Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler.

"O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin" Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!"

Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun." Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur.

Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar."

Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: "Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık." "Hem sıkıldık, hem yorulduk?"

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir."
....

Sizler ne düşünüyorsunuz?..

Affetmek, sadece karşımızdakine yaptığımız bir iyilik midir?..

Yoksa, affederek de, hatalı olan kişiyi cezalandırmak mümkün müdür?..

15 Nisan 2009

Rahat Uyu ATAM... Türk Gençliği Seni, Asla Unutmayacak...


Sen rahat uyu ATAM. Türk gençliği seni asla unutmayacak ve eserlerinin koruyucusu olmaya devam edecektir.

Senin yaşadığın dönemde de, senden sonra da vardılar. Halen var olmaya devam ediyorlar. Seni unutturup ve eserlerini yok etmek isteyen, eski ve köhnemiş rejimi hayal edip, onu tekrar canlandırma heveslileri, bugünlerde bir hayli çoğalmış ve bunun sonucunda da; "gemi azıya alıp" senin yarattığın tüm eserlere saldırıp, bunları yok etmeye çalışıyorlar. Bunları savunan kim varsa, onları sindirme gayreti içindeler. Amaçları korkutup sindirmek ve kendi emellerini, isteklerini gerçekleştirme yolunda, tüm engelleri birer birer yok etme gayretindeler.


Fakat bu emellerine ulaşamayacaklar. Çünkü, senin izinde ve gösterdiğin yolda yürüyen, azimli bir Türk gençliği var. Bu emellerini başaramayacaklarını, onlar da biliyorlar ve bunu anladıkları için de, son hamlelerini yapıyorlar. Gözü dönmüş bir şekilde, kime saldıracaklarını, kimi korkutup sindireceklerini bilmez durumdalar. Sanıyorlar ki, Türk gençliği korkup, sinecek ve hiç sesini çıkarmayacak.

Ey bu Cumhuriyetin nimetlerinden yararlanıp, yararlanmaya devam etmek isteyen Türk Gençliği; vakit çok geç olmadan, uyuduğun derin uykudan uyan. Ve, Cumhuriyetine sahip çık.

Bu güzel ülke hepimizin ve bu güzel ülkede ancak Cumhuriyet ile var olabiliriz. Cumhuriyet olmazsa, ne bu güzel ülke bizim olur, ne de biz var oluruz.

Ey Türk gençliği, Ata'nın sana seslenişini duy. O'nun sözlerini sakın aklından çıkarma.


Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!


Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927

11 Nisan 2009

YEMEKTEYİZ..! birbirimizi YEMEKTEYİZ...


Bizim evde, "Reality Show" adı altında yayınlanan hiç bir program rağbet görmediği için, ne menem şey oldukları hakkında da, ancak bazı magazinsel programlarda yayınlanan bazı kısımlarından veya yine bazı internet haber site ve bloglarında tanıtım veya eleştirel anlamdaki görsel ve yazılı bilgilerden haberdar oluyorum, diyebilirim.


Bunların arasında, saymaya kalksam adlarını unuttuğum sürüyle program vardır. Fakat, biraz güncel olanlardan aklımda kalanlardan şunları sıralayabiliyorum. Bir zamanların en meşhuru BBG evi, Kaynana yarışması, Evlendirme programları, Yemekteyiz yarışmaları filan aklımda kalanlar.


Bunlardan bir çoğu, güncelliğini yitirdi ve tv'lerin tozlu arşivlerinde yerlerini aldı. Şimdilerde ise, kanalları gezerken rastladığım ve zaplarken bile görmeye tahammül edemeyip, tuşa basarken kafamı çevirerek zapladığım "yemekteyiz" programları kanallarda arz-ı endam ediyor.


Yemekteyiz adlı yarışmalar, Google'den incelediğim kadarıyla, bir çok kanalda birden yayınlanıyor. Show TV'de yayınlanan "Yemekteyiz" adlı yarışma, aslında adı eksik konulmuş bir yarışma bana göre. O yarışmanın adı, "Birbirimizi Yemekteyiz" olsaymış, daha mantıklı ve yerinde olurdu.

Bu yarışmayı Haşmet Babaoğlu, o ince ve kıvrak zekası ile bakın ne güzel anlatmış. "Peki bu " Yemekteyiz " yarışmasına katılanlar neyin peşinde? Yarışmacılara bakıyorum. Hiçbiri 10 bin liralık ödül için bunları yapacak insanlar gibi gözükmüyorlar. O halde... Bunca edepsizlik, bunca duygusal sadizm ve yıkıcı rekabet sonucunda ne elde edecekler? Ekranda görünmüş olmanın ne idüğü belirsiz kazancı için mi bütün bunlar?"

...

Show Tv bu yayından raiting rekoru kırar da, diğerleri aşağı mı kalacaklar?.. Onların neyi eksik, kusur kalsalar olu mu?.. Ardından Star Tv'de de bir yemek yarışması koyup, pastadan o da payını almak isteyecek elbette. Peki, onun programı daha iyi, güzel, seyredilir türden?.. Al birini vur ötekine cinsinden. Birbirinden hiç bir farkı yok tabii ki.

Peki Fox Tv altta kalır mı?.. Fox Tv ki, bunların en alasını yapar hem de. Hem de sınır tanımadan yapar, yaptığını. Yemeğin içine bir de "Aşk" kattın mı, al sana tadından yenmez bir yarışma programı. Burada, birbirini yemek yok. Bu yemekte, "birbiriyle yiyişmek" var. Üç kadın ve iki erkek yarışıyormuş. Yarışmanın sonunda bir kadın elenip, "avucunu yalıyor"muş. Diğer iki çiftde, ne yapıyor artık, onu da sizin "eşşsiz hayal dünyanız"a bırakıyorum.


Birbirimizi yemekteyiz, birbirimizi yiyişmekteyiz gibi formatlardan daha ileri gidilip de, birbirimizi yalamaktayız gibisi yayınlanırsa, belki o zaman seyretmeye başlamayı düşünüyorum. Benim izleyeceğim program biraz radikal, biraz daha aşırı uç olmalı. Ya birbirlerinin kafasını gözünü patlatmalı, ya da ellerindeki çatal bıçakla birbirlerinin orasından burasından parçalar kopartıp yemeli. Yarışmanın zevki o zaman çıkar. Yoksa ben ne anladım; hep aynı terane, hep aynı diyaloglar, "yok kıl çıktı, tüy çıktı" gibi biribirine çamur atmalar. Bu diyaloglara da, internette en çok rastladığımdan yazdım. Yoksa izleyip de, duymuş değilim. Kimbilir daha ne olur olmaz diyaloglar vardır. Ama ben bu konularda biraz cahilim, kusuruma bakmayın.


Son olarak, Haşmet Babaoğlu'nun cümleleri ile bitirmeden önce, yemek kategorisinde blog yazan sevgili bloggerlere de seslenmek isterim. Bu tür işler sizlerin ilgi alanıza ve sizin kategorininize giriyor. Ancak, sizlerden bu konuda ne olumlu, ne de olumsuz bir tepki yazısı göremedim. Belki aranızda yazmış olupda, benim gözümden kaçmış olanlar varsa, sözüm onlara değil tabii ki. Ama, ben beklerdim ki, hiç olmazsa bu konuda bir tepki verin. Siz de tepki vermezseniz ne olacak halimiz.

...

Haşmet Babaoğlu, bu programlar için bakın nasıl bir tepki vermiş:
"Anladım artık; " Reality Show "ları seyretmek demek, çürümek demek... Çünkü seyrede seyrede beş para etmez ödüller için başkalarının manevi cesetlerini çiğnemenin normal bir şey olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Çürüyoruz; çünkü bu programları seyrederken kötülüğümüzle o kadar çok yüzleşiyoruz ki, bu durum giderek kayıtsızlığa dönüşüyor."


Evet, çürüyoruz...
Evet, başkalarının manevi cesetlerini çiğnemenin normal bir şey olduğunu düşünmeye başlıyoruz...
Evet, seyrederken kötülüğümüzle yüzleşiyoruz...
Evet, giderek daha kayıtsız bir toplum oluyoruz...

....

Bu tür durumlar, bu tür programlar bildiğim ve öğrendiğim kadarıyla, "askeri darbe" dönemlerinde, halkı güncel olaylardan, siyasetten, ekonomik sorunlarından soyutlamak için kullanılır. Şimdi de, darbe yapıldı da bizim mi haberimiz olmadı. Yoksa, darbe ince ince hissettirilmeden mi yapılıyor. Hani kurbağa misali; "sıcak suya atılan kurbağa sıçrayıp dışarı çıktığı halde, suyu yavaş yavaş ısıtıp kaynattıklarında hiç bir tepki vermeyen kurbağa gibi..."

...

Su daha fazla ısınmadan, uyanıp kendimize gelmeliyiz. Yoksa, akibetimiz kurbağa gibi olur...

06 Nisan 2009

İstanbul sustu... Ve...

Yunus Bektaşoğlu'na sonsuz teşekkürler...
Ellerine ve yüregine sağlık...





- Çayınızı nasıl alırsınız?
- Düş manzaralı olsun lütfen
- Çay mı?
- Hayır. Bardağın içindeki…
- Ama ben size çayı nasıl alacağınızı sordum…
- Bir bardak çay getirterek sizi basitleştirmemi mi yoksa bardağın içine bir düş sığdırtarak yüceltmemi mi istersiniz?


Bu sözün üstüne gölgeme basmadan uzaklaştı garson masadan. Artık tek başımaydım. Bir bardak dolusu demlenmiş düş gelmeyecekti ama kafası karışmış bir garsonun bardakta düş arayışı masama çaylaşarak gelecekti.

Derken çayım geldi. İnce belli bir İstanbul gecesine doldurmuştu. Belinden zarifçe kavrayıp dudaklarımın şiirin tan vaktindeki şehvetine bıraktım sıcak bardağı.

- Beğendiniz mi efendim
- İnce beli mi?
- Hayır efendim çayı.
- İnce bir belden içilen zehir olsa beğenilir.

Yine gözlerimin içine kendisine tuhaflaşarak baktı garson. Pencereyi açtım. Kent henüz açılmamıştı. İstanbul'un kepenkleri kapalıydı. Anlaşılan işi çıkmıştı dükkan sahibinin. Pencereyi açık bırakıp kepenklere baktım bir süre. Hayli eskimişti. Dükkanın kapısının önünde günlük yağmurlar,sisler ve gün doğumları bırakılmıştı.Kim bilir ne kadar tazedir şuan o yağmayı bekleyen yağmur.

Garsona doğru döndüm sonra:

- Pardon müziğin sesini kısabilir misiniz biraz?
- Efendim müzik çalmıyor ki şuan.
- Dün gece çaldığınız müzik hâlâ yankılanıyor demek. O zaman dünün sesini kısabilir misiniz?
- Efendim dünün olması da mümkün değil. Biz dünleri sabah erkenden paketleyip bayiye bırakıyoruz.
- O zaman yarın çalacağınız müzik beni şimdiden rahatsız etti. Lütfen yarın kısın sesini...

Sonra kapı açıldı. İçeri sapsarı saçlı ve gözlerinde bir peygambere inmesi beklenen vahiyin kutsanmışlığıyla bir bayan girdi. Acaba hangi mitolojik Tanrı'nın ellerinden dökülen bir şiirdi bu bayan? Etekleri denizdendi. Masmaviydi...Teniyse kristallerden yansıyan renklerdendi.Hemen karşı masama oturdu. Kahvesini istedi. Ama fincanda değil. Yakamozun içine doldurmalarını istedi.

Konuşmalıydım bu bayanla. Ve başımı ona doğru çevirip;

- Deniziniz çok güzelmiş hanımefendi
- Kendim diktim. Teşekkür ederim.
- Terzi misiniz acaba?
- Hayır. Ben maviyim.
- Memnun oldum. Ben de sessizlik
- Bir sessizliğe göre fazla konuşkansınız.
- Susmaya değecek birşeyler elbet bulur insan. Ama konuşmaya değecek güzellik her zaman bulunmuyor.

Gülümsediğini gördüm...Mavi gülümsüyordu. Bu gerçekten çok güzeldi. Pencereden yeniden baktım. İstanbul henüz açılmamıştı. Patron hayli gecikmişti. Sonra Mavi hanımın sesini duydum. Masama oturmak istiyormuş. Ve karşıma oturdu.

- Dükkanın açılmasını mı bekliyorsunuz?
- Evet. Ya siz?
- Ben de. Ama geç kaldı. Hiç böyle yapmazdı.
- Gerçekten de öyle. Kaç asırdır buradayım ilk defa böyle yapıyor.
- Hayli uzun bir yoldan gelmeme rağmen erken geldim. Ama patron yok hâlâ.
- Nerden geliyorsunuz?
- Masmavi bir gözden...Ya siz?
- Şuan bu öyküyü okuyan bir bayanın yüreğinden.
- Yolunuz gerçekten uzakmış.
- Evet çok uzak...

Derken garson geldi.

- Kahvenizi nasıl alırsınız beyefendi?
- Bol aşklı olsun lütfen.
- Kahveniz mi?
- Hayır mavi'm...
- Ama kahve mavi olmaz ki...
- O zaman aşk mavi olsun..

Garson sözcüklerime basmadan masadan ayrıldı. Kimbilir aklından neler geçiyordu. Mavi hanımın sesi kıyılarıma vurdu birden:

- Anlaşılan bugün açılmayacak İstanbul
- Sanırım evet.
- İsterseniz bugün istanbul gürültülü ve mavisiz olsun...
- Ben olmayınca İstanbul gürültülü mü olur sanıyorsunuz?
- Olmaz mı?
- Geldiğim yüreğin aşk şarkısından ben sessizliğimi bile duymuyorum. Aslında ben sessizlik değilim. O yüreğin sesindeki aşkım. İstanbul ne zaman sussa. Anlayın ki aşk dile geldi...
- Sustunuz?
- ...

EkleBunu Sosyal Paylaşım Butonu