
Bir an, başımın döndüğünü ve oturduğum sandalyenin hafiften sallandığını hissettim. Ne oluyor dememe bile fırsat kalmadı. Birden büyük bir gümleme sesi ve her tarafın kararması ile ayağa fırladım. Çığılık çığlağa "İmdat, imdat" diye bağırıyorum ama sesim sanki duyulmuyor gibi geliyor bana. İlk aklıma, atom bombası mı atıldı? Yoksa, bu genç yaşta gün yüzü görmeden "kıyamet" mi kopuyor diye düşünüyorum. O zifiri karanlıkta, odada bir yerlere tutunmaya çalışırken, kapıya doğru gitmek istiyorum. Fakat, artık kapının hangi yönde olduğunu da şaşırmış durumdayım. Çünkü, bulunduğum odanın içinde bir o duvara bir duvara gidiyorum. Yapabildiğim tek şey, yere düşmemek için çabalamak.
Çığlıklar ve imdat seslenişlerim arasında ne kadar süre geçtiğini bilmiyorum. Bildiğim tek şey ise, bittiğinde sanki aradan yıllar geçmişti. Ve o süre içinde, bir böceğin bir kibrit kutusu içinde çalkalandığı gibi, odamın içinde biri beni çalkalamıştı. Sonraları, o günün ülkemiz açısından ne kadar acı bir gün olduğu, belleklerimizden kazınmayacak bir tarih olduğunu kavrayacaktım. "17 Ağustos 1999" günü yaşadıklarımı sanırım ölünceye kadar unutamam. O zaman korktuğum kadar, hiç bir zaman korkmadım ve bundandan sonra da korkmam sanırım. Allah'a çok şükür ki, ailemizden kimseye bir şey olmadan çıktık evimizden.
Evden çıktık ama, dışarıda evden daha korkunç bir manzara bizi bekliyordu. Böylesine bir yıkımı yaratan deprem nasıl olabilirdi ki? Buralarda böylesine deprem olmadı ki..! Böyle depremler ancak, Endonezya'da filan olabilirdi diye düşünüyordum, o kibrit kutusunun içinde çalkalanırken de.
Tanrı bizi sınamıştı... İnsanlar acaba hangi yönde davranış gösterecekler diye. Bu dediğim benim bir anlık saçmalamam tabii ki. Tanrı insanları böyle bir sınamadan geçirmez ki. Yaşanan bir doğa olayı idi. Fakat, bu olay karşısında bir çok kişinin gerçek yüzünü tanıma fırsatı da bulmuş olduk bu vesileyle. Bu yaşananlara rağmen, ne kadar aç gözlü, ne kadar mal mülk düşkünü olduklarına şahit olduk. Bazı kişilerin, böylesine bir olaydan dahi, kendilerine maddi çıkar sağlama peşine düştüklerini gördük. Dağıtılan yardımların; hiç ihtiyacı olmayanlar tarafından yağmalandığı, dağıtımı yapan kişilerin, gelen yardımları nasıl depoladıklarını gördük. İnsan o zaman üzülüyor işte, ben de bu zümrenin, bu insanlığın bir parçasıyım diye insanlığından utanası geliyor.
.............
Hakan'la uzun süre görüşemedik. Depremin etkisi biraz azalıp, tekrar güncel yaşantımıza dönmek epeyce bir süre aldı. Bu sürede, ne ben Hakan'ı düşünecek haldeydim. Ne de Hakan, beni düşünebilecek durumdaydı. Durum biraz normale döndükten sonra tekrar görüşmeye başladık. Sadece nette görüşüyorduk. Ne ben, onun yüzünü görebilmiş ve sesisini duyabilmiştim, ne de o beni. Bu sanal alemde bir tek biz ve aşkımız vardı. Ben durumdan son derece memnundum ve mutluluğumu kelimelerle ifade edemiyordum. O da, çok mutluydu. Ancak, ara sıra konu, buluşma ve görüşme meselesine de gelmiyor değildi. Ben de, her defasında çeşitli yalan dolanlarla mazeret uydurup duruyordum.
Tanıştığımız neredeyse 6-7 ay olmuştu. O hafta sonu kardeşimin Hakan'la olan yazışmalarımızı görmesi, benim ikinci depremimdi. "Keşke 17 Ağustos'da ölüp gitseydim de, şimdiki gibi yerin dibine girecek bir duruma düşmeseydim." diye kendime lanet ediyordum. İçimden, "Allah'ım neden beni böylesine rezil rüsva edecek bir duruma soktun. Depremde alsaydın ya canımı" diye isyan ediyordum. Babama ağzımı açıp, hiç bir kelime dahi söyleyemiyorum. Her ne söylese haklı, çünkü. Kardeşim konuştu, biz dinledik. Sonunda babam, kardeşime dönüp "Bitti mi? Başka bir şey var mı, öğrenmemiz gereken?" diye sordu. Kardeşim, yok anlamında kafasını sallayıp, cılız ve titrek bir sesle de, "Yok, hayır" diyebildi. Ben başım önümde, sessizce bana ne diyecek acaba derken, "Tamam, haydi gidin işinize bakın." diye annemle kardeşime işaret etti. Bana döndü, "Sen de gel şuraya otur bakalım" diyerek yanındaki kanepeyi gösterdi. Sessizce oturdum, gösterdiği yere.
Düşünmeye çalışıyorum, fakat beynim uyuşmuş sanki. "Acaba tepkisi nasıl olacak?" diye düşünüyorum. Babamın huyunu çok iyi biliyorum. Babam, olaylar karşısında ani tepki göstermez, gayet yumuşak ve mantıklı hareket eden bir kişidir. Bir süre öylece ikimiz de hiç konuşmadan oturduk. O sanki, hiç bir olay yokmuşcasına tv'nin kumandası ile kanalları karıştırmakla meşgul. Arada bir de, sigarasını tüttürmekte.
Ben onun ne zaman tepki göstereceğini beklerken, "Yavrucum, kim bu konuştuğun kişi? Kimdir? Nasıl biridir?" diye peş peşe soruları sıraladı. Ben şaşırmış bir vaziyette, "E-fen-dim..!" diye kekeledim..! O devam etti sormaya, "Kızım, sana soruyorum, kaç yaşında bu adam? Onu seviyor musun? Onun sevgisinden emin misin? Bunlara cevap istiyorum senden." Ben düşünecek halde değilim ki, babamın bunları soracağını dahi düşünemiyorum. Boğazımdan ancak çıkarabildiğim bir sesle, "Hayır, baba. Emin değilim, çok özür dilerim." dediğim anda, "Yooo, dur bakalım. Bizden özür dilermiş, küçükhanım." diye gürledi. "Bizden niye özür diliyorsun? Git o adamdan özür dile. Hem de, öylesine özür dile ki, yerin dibine geçecek şekilde özür dileyeceksin. O kişiyi kırmadan incitmeden, özür dileyeceksin. Benim sana söyleyeceklerim bu kadar." dedi ve "Sonucundan da haberim olsun" diye de ekledi.
Hıçkırarak ağlıyordum. Ve gözlerimden yaşlar sicim gibi akarken, geldi elleriyle gözlerimi sildi. Bir yandan "Hadi sil bakalım yaşlarını." derken, diğer yandan da başımı okşayıp, yüzümü gözlerimi dudaklarınla kuruluyordu. "Herkes hata yapar, biricik aşkım. Önemli olan, o hatayı telafi edip, bir daha aynı hataya düşmemektir." diyor canım babacım ama, gözyaşlarım benim sözümü dinlemiyor ki. Kucağına oturdum ve boynuna sarılıp, bir taraftan ağlayıp, diğer yandan babamın yanaklarından öpüyorum, "Canım babacım, seni çok seviyorum." diyerek. Bilmiyordum ki, onun bizlere sevgisinin yanında, benim sevgimin ne kadar sönük kaldığını.
O esnada da; annem, gözleri gözleri buğulanmış, bir eli kardeşimin omuzunda, kapı aralığından bizi izlediklerinin farkında değildik.
...........
Devam edecek...